insanlar Türbelere gidip ölmüş bir Evliyadan, evi olmayan ev, işi olmayan iş,.. istiyor da, ya hayatta olan evliyaları arayıp bulmak ve onların hatrına Allah’dan istemek

ölmüş bir evliyadan evi olmayan ev, işi olmayan iş,.. istiyor, ya hayatta olan evliya

insanlar Türbelere gidip ölmüş bir Evliyadan, evi olmayan ev, işi olmayan iş,.. istiyor da, ya hayatta olan evliyaları arayıp bulmak ve onların hatrına Allah’dan istemek

Türbeye gidenler dua ediyor ve ölmüş bir evliyadan evi olmayana ev, işi olmayana iş, eşi olmayana eş, çocuğu olmayana çocuk nasip et diye dua edip istiyor
Elbetteki Allah’ın Veli kulları dostları ölü değillerdir, O’nların, ölüykende, diriykende, faide ve faziletleri görülür, nitekim Kuranda Rabbimiz buyuruyor ki :

بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ الٓمٓ

وَلَا تَقُولُوا۟ لِمَن يُقْتَلُ فِى سَبِيلِ ٱللَّهِ أَمْوَٰتٌۢ ۚ بَلْ أَحْيَآءٌ وَلَٰكِن لَّا تَشْعُرُونَ

Ve lâ tekûlû li men yuktelu fî sebîlillâhi emvât(emvâtun), bel ehyâun ve lâkin lâ teş’urûn(teş’urûne).

Allah yolunda ölenlere veya öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.

(Bakara Suresi 154)

Fakat Hayatta olan bir evliya ve Allah dostunu bilip bulmak, ve onunla konuşup görüşmek, ve maruzat ve hacetini belirtmek, ve duasını ve bereketini, himmetini istemek ile de, aynı faidelere kavuşulur, ancak gerçek Allah dostunu bilip bulabilirseniz…

ölmüş bir evliyadan evi olmayan ev, işi olmayan iş,.. istiyorda ya Diri hay ve hayatta olan evliyayı ziyaret edip, o evliyadan veya onun hatrına istemek le de o dua ve istekler daha makbul olmaz mı sizce, ve Allah o veli kulunun hatrına evi olmayana ev, işi olmayana iş, eşi olmayana eş, çocuğu olmayana çocuk nasip etmez mi?

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu:”

“Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.”

(Buhârî, Rikak 38.)


Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

“Şu üç şey Âdemoğlunun saadetindendir; saliha bir hanım, geniş ev, rahat binek.” (Müsned, 1/168)


Nitekim başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (asm) yine şöyle buyurmuştur:

“Evlenin, çoğalın; çünkü kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim.”


أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا

Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim

Ve nunezzilu minel kur’âni mâ huve şifâun ve rahmetun lil mu’minîne ve lâ yezîduz zâlimîne illâ hasârâ.

Meali :

Kur’ân’dan indirdiğimiz şeyler, mü’minler için şifadır ve rahmettir. Ve zalimlerin sadece hüsranını ve ziyanını artırır.

Sadakallahul Aziym İSRA Suresi 82. ayet

Peygamberimizin kendi zamaninda yağmur duasini çıktigini ve duasının kabul olduğunu, öyle Yağmur yağmış ki hatta, sonra yeni dua etmek durumunda kalmış, ve üzerimize değil etrafımıza etrafımızda diye dua ettiğini bildiren hadis-i mevcut.


Hicretin altıncı yılında büyük bir kuraklık ve kıtlık her tarafı sarmıştı. Ramazan ayında, bir cuma günü, Resûl-i Ekrem Efendimiz hutbe irad buyururken, kendisinden, “Allah’a dua et de bize yağmur versin.” diye rica edildi.Bunun üzerine

Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular

“Allah’ım! Bize yağmur ver. Allah’ım! Bize yağmur ver.” diyerek duâ etti.

( Hadis-i Şerif , Buharî, 1:179; Müslim, 2:613.)

Bir anda ayna gibi berrak olan gökyüzünde bulutlar belirdi. Ve yağmur yağmaya başladı. Peygamber Efendimiz bu sefer, “Allah’ım! Bu yağmuru bardaktan boşanırcasına yağdır ve hakkımızda hayırlı kıl.”

(Buharî, 1:179.) diye duâ etti.

Enes bin Mâlik der ki: “Üzerimize öyle bir yağmur yağdı ki, neredeyse evlerimize gitme imkânı bulamayacaktık. O gün, ertesi gün, daha ertesi gün, tâ öteki cumaya kadar yağmur yağmaya devam etti.”

(Buhârî, 1:179; Müsned, 3:261)

Cuma günü Peygamber Efendimiz yine hutbe irad ederken, bu sefer yağmurun dinmesi için duâ etmesini şöyle rica ettiler:

“Yâ Resûlallah! Evler, yağmurdan yıkılmaya başladı. Yollar kapandı. Allah’a dua etsen de yağmuru kesse!”

(Müsned, 3:261)

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tebessüm buyurdular, sonra da ellerini kaldırarak, “Allah’ım! Çevremize yağdır, üzerimize değil.”

(Müsned, 3:261; Müslim, 2:613) diyerek duâ etti.


أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ

Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim

Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn.

Meali :

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla iyiler ile salihler ile beraber olun.

(Sadakallahul Aziym TEVBE Suresi 119. ayet)

Yani iyilik de, aynı ateşin ateşi tutuşturduğu gibi, iyilerde, iyilerin iyiliğini tutuşturabilir. Allahu Teala yine kur’an-ı Kerim’de yeryüzünü iyilere miras bırakacağını beyan ediyor:

أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ , بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم

أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ

Euzubillahimineşşeytanirracim
Bismillahirrahmenirrahim

ennel arda yerisuhâ ıbâdiyes sâlihûn.

Meali :

“Yeryüzüne muhakkak benim iyi kullarım varis olacaktır”

(Sadakallahul Aziym ENBİYA Suresi 105. ayetten pasaj)

dünyada yeryüzünde iyilik hakim olursa elbet Allah burayı cennete çevirecektir. Allahu Teala rahmetinin gazabını koyup geçtiğini buyuruyor

Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular

“Rahmetim gazabımı geçti.”

(Hadis-i Şerif , Aclunî,Keşfü’l-Hafâ, 1/448)


Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Buyurdular ki

“Benim Ümmetimin alimleri,Beni israilin (İsrâiloğullarının) peygamberleri gibidir”

(bk. Razi, Tefsir, VIII/302; Neysaburi, Tefsir: I/264; Keşfu’l-Hafa: II/64)


Âlim Ne Demek?

Alim kelimesi sıfat olarak kullanıldığında “bilen” anlamını taşır. Sıfat olarak kullanımına gündelik hayatta sık rastlamayız. Bu kelime isim olarak kullanıldığında ise “bilge, bilgin” anlamlarını taşır. Alim kelimesini günlük hayatta cümlede sıkça kullandığımız kullanım şekli isim olarak kullanımıdır. Buna bir örnek vermek gerekirse: “Alim ile oturan mertebe alır.” cümlesi alim kelimesinin cümlede isim olarak kullanımına örnektir.

Arapça kökenli olan alim kelimesi Arapçada çok bilen, en çok bilen, ilim sahibi, bilen, bilgin anlamlarına gelmektedir.

El-Alim Allah-u Teala’nın isimlerinden biridir. Bu isim Allah’ın her şeyi bilen, evrenin tüm bilgilerine sahip olan olduğunu ifade eder.

Alîm ve allâm kelimeleri, âlim kelimesinin mübalağalı şekli olup çok bilen; a’lem ise ism-i tafdil olup daha iyi, en iyi, pek iyi bilen demektir. Bu sıfatlar Allah’ın, sırları, gizli olanları, olmuşu ve olacağı, görünen ve görünmeyen âlemi, yerde ve göklerde olup bitenleri, geçmişi, hâli ve geleceği, canlı ve cansız bütün varlıkları, insanların gizli ve âşikâr bütün yaptıklarını, küçük ve büyük her şeyi bildiğini ifade eder.

Âlim ismi Kur’ân’da, Allah’ın gayb ve şehadet âlemini bildiğini beyan sadedinde 13 âyette geçmiştir:

“Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. O göğüslerin özünü çok iyi bilendir.” (Fâtır, 35/38)

“O Allah ki O’ndan başka ilâh yoktur, gayb ve şehadet âlemini (görülmeyen ve görülen varlıkları) bilendir. O rahmandır, rahîmdir.” (Haşr, 59/22)

Âlim kelimesinin çoğulu olan alimîn, Allah hakkında iki âyette azamet ifadesi olarak kullanılmıştır: “…Biz her şeyi bilenleriz.” (Enbiyâ, 21/ 51, 81)

Âlim kelimesi, “ulemâ’ ” ve “alimîn-âlimûn” şeklinde 6 âyette insanlar için de kullanılmıştır. Allah da insanlar da bilir, ancak insanların ilmi sınırlı, Allah’ın ilmi ise sınırsızdır. İnsan gaybı, gizliyi ve geleceği bilemez. Allah ise bilir. İnsan, ancak Allah’ın lütfettiği öğrenme yeteneği sayesinde bilebilir. Allah’ın ilmi, ezelîdir, ebedîdir. O, her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.


ALLAH’IN İLMİ İLE İLGİLİ AYETLER

Kur’ân’da; âlim, alîm, allâm ve a’lem isimleriyle Allah’ın ilmi anlatıldığı gibi “alime ? ya’lemü” fiili ile de Allah’ın ilmi anlatılmıştır:

“Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını biliyor.” (Bakara, 2/77);

“… Biliniz ki Allah içinizden geçeni bilir…” (Al-i İmrân, 3/29)

“…Allah sizin gizlinizi, açığınızı ve ne kazandığınızı bilir.” (En’âm, 6/3);

“Allah her dişinin neyi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir…” (Râd, 13/8);

“…Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir…” (Hadîd, 57/4);

“Yaratan bilmez mi? O latiftir, haber alandır.” (Mülk, 67/14);

“Allah bilir siz bilmezsiniz.” (Nahl, 16/74).

“Bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de (fark etmez) çünkü Allah her şeyi çok iyi bilir.” (Ahzâb, 33/54).

Gaybın (görünmez bilginin) anahtarları O’nun yanındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ? ki bunlar apaçık Kitap’tadır – ancak O bilir.” (En’âm, 6/59)

Âlim, âlimîn, alîm, allâm ve a’lem isimleri, Allah’ı anlatan, tanıtan ve niteleyen kelimelerdir. “Alime – ya’lemü” fiil şekli ile birlikte Kur’ân’da Allah’ın hudutsuz ilmini ifadede kullanılmıştır. Her şeyi bilen olması Allah’ın en önemli vasfıdır.

“Rabbimiz! Sen bizim içimizde gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu hep bilirsin. Ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (İbrâhîm, 14/38);

“Sözü açık söylesen de gizli söylesen de muhakkak O, gizliyi de ondan daha gizli olanı da bilir.” (Tâ-hâ, 20/7).

Zikrettiğimiz bu âyetler ve benzerleri Allah’ın hudutsuz, eşsiz ve muazzam ilmini tasvir ediyor.

“Alîm” sıfatında; Allah’ın amellerine göre kullarını ödüllendirmesi ve tecziye etmesi anlamı da vardır.

(bk. Ankebût, 29/5, 60; Mü’minûn, 23/51).

بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ الٓمٓ

مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ ٱللَّهِ ۚ وَٱلَّذِينَ مَعَهُۥٓ أَشِدَّآءُ عَلَى ٱلْكُفَّارِ رُحَمَآءُ بَيْنَهُمْ ۖ تَرَىٰهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ ٱللَّهِ وَرِضْوَٰنًا ۖ سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ ٱلسُّجُودِ ۚ ذَٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى ٱلتَّوْرَىٰةِ ۚ وَمَثَلُهُمْ فِى ٱلْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْـَٔهُۥ فَـَٔازَرَهُۥ فَٱسْتَغْلَظَ فَٱسْتَوَىٰ عَلَىٰ سُوقِهِۦ يُعْجِبُ ٱلزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ ٱلْكُفَّارَ ۗ وَعَدَ ٱللَّهُ ٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ وَعَمِلُوا۟ ٱلصَّٰلِحَٰتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًۢا

Muhammedun resûlullâh(resûlullâhi), vellezîne meahû eşiddâu alel kuffâri ruhamâu beynehum terâhum rukkean succeden yebtegûne fadlen minallâhi ve rıdvânen sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd(sucûdi), zâlike meseluhum fît tevrât(tevrâti), ve meseluhum fîl incîl(incîli), ke zer’in ahrece şat’ehu fe âzerehu festagleza festevâ alâ sûkıhî yu’cibuz zurrâa, li yagîza bihimul kuffâr(kuffâra), vaadallâhullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti minhum magfireten ve ecren azîmâ(azîmen).


(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Peygamberidir, Onunla birlikte bulunanların [Eshabın] hepsi, kâfirlere karşı çetin ve birbirlerine karşı merhametlidir. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah, inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükafat vaad etmiştir.)

(Fetih Suresi 29)

بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ الٓمٓ

كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِٱلْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ ٱلْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِٱللَّهِ ۗ وَلَوْ ءَامَنَ أَهْلُ ٱلْكِتَٰبِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُم ۚ مِّنْهُمُ ٱلْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ ٱلْفَٰسِقُونَ


Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).

Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir.

(Âli İmrân Suresi 110)

بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ

وَإِن يُرِيدُوٓا۟ أَن يَخْدَعُوكَ فَإِنَّ حَسْبَكَ ٱللَّهُ ۚ هُوَ ٱلَّذِىٓ أَيَّدَكَ بِنَصْرِهِۦ وَبِٱلْمُؤْمِنِينَ

Ve in yurîdû en yahdeûke feinne hasbekallâh(hasbekallâhu), huvellezî eyyedeke bi nasrihî ve bilmu´minîn(mu´minîne).

(Resulüm sana Allah yetişir ve seni müminlerle [Eshabınla] destekler.)

(Enfal Suresi 62)

(Eshabım, cin ve insanların hepsinden daha üstündür.)

(Bezzar)

(İnsanların en hayırlısı asrımdaki müslümanlar [Eshab-ı kiram]dır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler [Tabiin] dir. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler [Tebe-i tabiin] dir. Artık bunlardan sonra yalan yayılır. Bunların [Eshabımın yolunda olmayanların] sözlerine ve işlerine inanmayınız!)

(Buhari)

İmam Ca’fer es-Sâdık aleyhisselam’ın şöyle buyurduğunu duydum: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve alih şöyle buyurdu: Bu ümmetin içinde benim Ehl-i Beyt’im tıpkı gökteki yıldızlar gibidir. Her yıldız kayboldukça bir yenisi doğar. Öyle ki siz gözlerinizi o doğan yıldıza dikersiniz ve parmağınızla onu gösterirsiniz sonra ölüm meleği gelir de onu götürür. Sonra uzun bir süre kimin kimden daha üstün olduğunu anlamadan beklersiniz. Abdulmuttalib’in bütün evlatları fazilette eşit olurlar. Siz bu durumda iken Allah sizlere yıldızınızı çıkarır. Ona hamd edin ve onu kabul edin.” (Gaybet-i Numanî, Şeyh Muhammed bin İbrahim-i Numanî).

İmam Muhammed Bâkır aleyhisselam bana şöyle buyurdu: “Ey Ebu’l-Carud! Zaman o kadar geçecek ki şöyle söyleyecekler: ‘Öldü mü? Helak mı oldu? Veya hangi vadiye gitti?’ Ve Mehdi’yi arzu edenler de şöyle söyleyecek: ‘Ne zaman zuhur edecek? Artık kemikleri çürüdü.’ İşte o zaman zuhuru bekleyin ve O’nun zuhur ettiğini duyarsanız, buzun üzerinde sürünseniz dahi ona ulaşmaya çalışın.”

(ALINTI Erhan DOĞAN BEGiN)

Farklı inançlar umutla aynı tapınakta buluşuyor

Çeşitli hastalıkların iyileşebilmesi için, tıptan değil de, doğaüstü olay ve kişilerden medet umanlar, farklı yerlerde ve farklı dinlerde yaşasalar da, aynı umutlarla, çeşitli türbe ve yatırlara giderek, oraları ziyaret ediyorlar.

Aynı coğrafya üzerinde yaşayan farklı inançtaki insanlar bile, aynı sembolleri kullanarak ziyaret ettikleri türbelere, yatırlara veya kiliselere çaput bağlayıp, mum yakıp, kurban keserek, hastalıkların iyi olacağına inanıyorlar. Binlerce yıllık kültür ve inanç birikimine sahip Anadolu’da insanların sosyal yapıları, ekonomileri ve eğitim durumları nasıl olursa olsun, aynı mekânlarda buluşturan inançlarının dışa vurumu ve benzerlikleri oldukça ilginç. Mensubu olduğu dinde yer verilmese bile, insanlar hâlâ türbelere, yatırlara veya başka ziyaret yerlerine giderek, dertlerine deva hastalıklarına şifa arıyorlar. Hangi dinden olursa olsun, bu mekânlarda dilekte bulunulanlar aynı. Aya Yorgi Kilisesi’ne ip bağlayanlarla, Zuhuratbaba Türbesi’ne beşik asanların inançları farklı da olsa, inandıkları aynı. Üstelik, bu aynılıklar da yüzyılardır değişmiyor.

KANGAL’DA TEZVEREN BABA TÜRBESİ

Balıklı kaplıcasıyla ünlü Sivas’ın Kangal ilçesinde bulunan Tezveren Baba Türbesi, çocuğu olmayanlar ve kısmetinin açılmasını isteyenler tarafından ziyaret ediliyor. Çocuğu olmayan kadınlar, perşembe akşamı yatsı namazından sonra bir bez bebek yapıp hazırlıyorlar. Ertesi gün, erkeklerin cuma namazına gittikleri sırada, akşamdan hazırladıkları bezden yapılmış oyuncak bebeği yanlarına alarak, Tezveren Baba’nın mezarına gidiyorlar. Sembolik olarak hazırlanmış bu bebeği Tezveren Baba’ya bağışlayıp, mezarın üzerine bırakıyorlar ve gerçek bebek vermesini diliyorlar. Kısmetinin açılmasını isteyen kızlar da, perşembe günleri burayı ziyaret edip, “Kabrine geldim, isteyerek atıldım, evime gittim ki satıldım” şeklinde sözler söyleyerek, mezarın üzerine kapanıp, toprağı öpüyorlar. Çeşitli sıkıntıları ve hastalıkları olanlar, bu yatırın başına gelerek dua edip, dilek ve isteklerini belirterek, adak adıyorlar. Dileği gerçekleşenler, adak kurbanlarını mezarın başında veya evde keserek, pişirip dağıtıyorlar. Sütü gelmeyen loğusa kadınlar, Tezveren Baba’ya giderek önce mum yakıyorlar, mezarın üzerindeki toprağı öptükten sonra, bir miktar toprak alarak eve dönüyorlar. Mezardan getirdikleri bu toprağı banyo suyuna katarak, o su ile yedi gün banyo yapıyorlar. Ayrıca, asker ve gurbetçi yolu bekleyenler, bu yatırın başına gelerek dua ediyorlar. Yatırın çevresindeki kuşlara yem atarak Tezveren Baba’ya hitaben, “Onları bize tez kavuştur”, kuşlara hitaben de “Selam götürün” diyorlar.

OF’TA MARAŞLI HASAN EFENDİ TÜRBESİ

Trabzon’un Of ilçesine bağlı Eskipazar beldesindeki Maraşlı Hasan Efendi’nin türbesi, ekonomik sıkıntı çekenlerin, çocuğu olmayanların ve sara hastalarının akınına uğruyor.

EDİRNE’DE SEZAİ BABA TÜRBESİ

Edirne’deki Hasan Sezai Baba Türbesi’ni, en çok yeni evli ve çocuk sahibi olmak isteyen çiftler ziyaret ediyor. Türbede bekçilik yapan Metin Ergeniş (64), Hasan Sezai Baba Türbesi’ne Türkiye’nin birçok ilinden ziyaretçi geldiğini belirterek şöyle diyor: “Türbeyi en çok, Ramazan’da ve üç aylarda ziyaret ediyorlar. O zamanlar ziyaretçi sayısı günde ortalama 200 kişiyi buluyor. Türbeye dilek dilemeye gelenler, türbe içindeki dilek taşına çıkarak dua ediyorlar ve dileklerinin tutmasını istiyorlar. Dilek dileyenlerin arasında yeni evlenen ve çocuğu olmayan çiftler çoğunlukta.” Çocuk sahibi olmak için yine Ankara’da Şeyh İzzettin, Nallıhan’da Caferi Sadık Rahim Baba türbelerine gidiliyor.

PÜLÜMÜR’DE BÜKLÜ DEDE TÜRBESİ

Tunceli’nin Pülümür ilçesinin Doğanpınar Köyü’nde bulunanan Büklü Dede Türbesi de, çocuğu olmayanların, çocuğu olup da ölenlerin, derdi, dileği olanların dileklerinin yerine gelmesi inancıyla uğrayıp, kurban kestikleri ve dua ettikleri bir ziyaretgâh.

MERSİN’DE PAŞA TÜRBESİ

Erdemli ilçesi, Ayaş Köyü ile Kızkalesi arasında bulunan türbede, 1220 yıllarında bölgeyi Ermeniler’in istilasından kurtaran ve bu savaşta ölen Selçuklu beylerinden Aktaşoğlu Sinan Bey’in mezarı var. Günümüzde Paşa Türbesi adı ile bilinen mezar, umutla ziyaret ediliyor. Hastalar sağlıklarına kavuşma, çocuğu olmayanlar çocuk için türbede namaz kılıp, dua ediyor, mum yakıyorlar.

URFA’DA İMAM BAKIR TÜRBESİ

Urfa’da çocuğu olmayanlar, İmam Bakır Türbesi’ne gidiyor. Eğer çocukları olursa, adını “İmam Bakır” koyuyorlar. Gidip türbede yedi yıl kurban kesiyorlar. Yörede çocuğu olmayana “kör ocak” deniliyor.

MANİSA’DA AYNİ ALİ TÜRBESİ

Manisa merkez Akgün mahallesinde bulunan Ayni Ali Türbesi, çocuğu olmayanların uğradığı bir türbe. Ayni Ali Camii’nin karşısında bulunan türbede 17. yüzyılda yaşamış yardımsever Ayni Ali isminde bir şahsın yattığı söyleniliyor.

İSTANBUL’DA SAINT ANTUAN KİLİSESİ

Çocuk sahibi olmak isteyenlerin ziyaret ettiği yerlerden biri de, Galatasaray’da bulunan ve 1912 yılında Aziz St. Antonio Di Padove adına yapılan Saint Antuan Kilisesi’dir. Saint Antuan, İstanbul’daki en büyük Katolik kilisesi olma özelliği ve merkezi yerde bulunması nedeniyle, her gün yüzlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor. Farklı inançlardaki insanlar da, İstanbul’un en kalabalık yerindeki bu kiliseyi ziyaret ediyorlar. Kimileri sadece meraklarını gidermek için ziyarette bulunurken, kimileri de kutsal mekânın havasına kapılarak, mum dikip dua etmeden çıkmıyor. Kilisede salı ve perşembe günleri ayin yapılıyor. Kiliseye bir dilek tutmak amacıyla gelenler üç, beş veya yedi hafta, her salı ya da perşembe günü mum yakarlarsa, dileklerinin gerçekleşeceğine inanıyorlar. Daha çok gençler tarafından ziyaret edilen ve inananları arasında her derde deva olduğu düşünülen kiliseye; iş, ev ve çocuk isteyenlerin yanı sıra hastalar ve kısmetinin açılmasını isteyenler de geliyor ve mum yakıyorlar.

KARAMAN’IN ŞİFA TAPINAKLARI

Türbeler ve ziyaret yerleri, ülkemizin her yerinde olduğu gibi Karaman’da da çok sayıda bulunuyor. Karaman’da çocuğu olmayandan, olup da konuşamayanlara, yılancık hastalığından egzamaya, ağrıya, sızıya kadar birçok sorun için insanlar, şifa tapınaklarına giderek umut bağlıyorlar. Çocuğu olmayanlar Karaman Morcalı Köyü’nde bulunan Ali Beke Türbesi’ne gidip, kurban kesiyor ve dua ediyor. Eğer çocuk erkek olursa, ismi “Ali Beke” konuluyor. Yine aynı köyde olan, çocuğu olmayanların ziyaret edip, taş çaktıkları bir diğer türbe de; Mihlıtaş Dedesi Türbesi’dir. Karaman Kılbasan Kasabası’nda da egzama hastalığına iyi geldiğine inanılan bir ocak bulunuyor. Yeşildere kasabası sınırları içinde bulunan İsmail Hacı Tekkesi’nin mescid damının örümcek tutmadığı, buradaki çatal direk arasından geçenlerin bütün günahlarının döküldüğü ve burasının birçok ağrı ve sızıya iyi geldiğine inanılıyor. Narlıdere köyünde bulunan Hızırilyas Suyu’nun çıbanlara ve fıtığa iyi geldiğine inanılıyor. Doğuştan fıtıklı doğan çocuklar buraya getiriliyor; buradaki çalılar aşı yapılır gibi yarılıyor ve çalılardaki yarılmış kısımlar kapanınca, çocuğun fıtığının da iyi olduğuna inanılıyor. Zayıflığı bir türlü geçmeyen güçsüz çocuklar, Cedid mahallesinde, içinde 40 anahtar bulunan tasla (Kırk Anahtar) yıkandıklarında, zayıflıklarının sona erdiğine inanıyorlar. Başı ağrıyanları da Ağrı Kesen Dede’ye giderek dua ettikten sonra, “Ağrımızı buraya çakıyoruz” diyerek çivi çakıyorlar. Karaman’da İbrala Tekkesi, Türkiye’nin her tarafından, geçmeyen ağrı ve sızılarını geçirebilmek ümidiyle gelenlerin geldiği bir yer. Tekkenin sorumlusunun, ağrıyan yere, kırmızı örtü örtüp, bıçakla sembolik olarak kesmesi sonucu, ağrıların geçeceğine inanılıyor.

KARADENİZ’İN UMUT KAPILARI

İstek ve ihtiraslarının gerçekleşmesi zorluğu karşısında, kutsal bildikleri yerlerde kaderlerini değiştirmeye çalışanlar Karadeniz Bölgesi’nde de çeşitli tapınakları ziyaret ediyorlar. Karadeniz’de çocuğu olmayanlar çocuk, evlenemeyenler kısmet, hastalar şifa bulmak, kimileri mal sahibi olabilmek için Sinop’ta bulunan Seyit Bilal Türbesi, İsfendiyaroğulları Türbesi, Sultan Hatun Türbesi, Hatunlar Türbesi, Yeşil Türbe, Yesari Baba Türbesi, Gazi Çelebi Türbesi, Aşıklı Tekke, Koyun Baba Tekkesi, Dodurgalı Hacı Mustafa Türbesi, Demirci Dede Türbesi, Kalebağı Türbesi, Durağan Yağbasan Türbesi, Gerze Çeçe Sultan Türbesi, Saraydüzü Ahmet Baba Türbesi, Tekkeşoğlu Türbesi, Erfelek Uzun Türbe gibi çok sayıda türbeyi ziyaret ediyorlar.

(ALINTI Erhan DOĞAN ENDE)


“Çocuk olmayan evde bereket yoktur.” hadisi gerçek midir?

Gerçekse çocuğunun olmasını isteyip de çocuğu olmayanlar, neden bu bereketsizliğe maruz kalıyorlar?..

Soruda da işaret edildiği üzere, bu hadisi Suyutî, el-Camiu’s-Sağîr (I/217)’de zikretmiştir.

Evvela bu hadis, Ebu’ş-Şeyh’den nakledilmiştir. Bu kaynak sahih hadisler yanında zayıf hadisleri de içinde barındırmaktadır. Bu yüzden olacaktır ki, Suyutî, bu hadisin sahih olup olmadığı hakkında herhangi bir değerlendirmede bulunmamıştır. Bu işin bir yönü?.

Şayet bu hadis sahih olsa bile, bundan maksat çocuk yapmaya teşvik söz konusudur.

Nitekim bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:

“Evlenin, çoğalın; çünkü kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim.”

Burada da, ümmeti evlenmeye ve çocuk yapmaya bir teşvik olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, İslam öncesi cahiliye döneminde geçinmeme korkusuyla çocuklarını öldüren, özellikle bir utanç kaynağı kabul ederek kızlarını öldüren insanların olduğu bilinmektedir.

İşte böyle bir dönemden geçerek gelen ilk Müslümanların bu tür ikazlara muhtaç oldukları tartışılmazdır. Böyle bir ortamda işin doğru yanını ders vermek, tebliğ ve irşadın bir gereğidir.

Dolayısıyla, insanların elinde olmadan, Allah’ın takdirinin bir sonucu olarak çocukların olmadığı bir ailede bereketsizliğin olduğunu düşünmek, doğru bir yaklaşım değildir.

Hadisi şerifi, “helal bir mazereti olmaksızın çocuğun olmasına engel olan evlere bereketin gelmeyeceği” şeklinde değerlendirmek gerekir. Yani, bir anne veya baba madem ki Allah’ın verdiği çocuğu istemiyor, öyleyse o çocuğun getireceği berekete de haklarının olmayacağı anlatılmak istenmektedir. Yoksa çocuk olmayan her eve diye yorumlamak asla doğru değildir.

Ayrıca çocuğun doğduğu eve yeni bir bereketin gelmesine neden olacağı da anlaşılmaktadır. (Buhari, Bed’ul-Halk 11. Vudu, 8. İbn-i Mace, Nikah 27.)

Kız çocuk nimet ise erkek çocuk nedir?

– Kız çocuğun nimet olması, erkek çocuğun nimet olmadığı anlamına gelmez. Bu yanlış bir çıkarsamadır.

Bir şeyin güzel olması, diğer bir şeyin çirkin olduğu manasına gelmez. “Muzu severim” diyen bir insanın “elmayı sevmediğini” anlamaya çalışmak akıl dışı bir karşılaştırmadır.

Bununla beraber bu konuda bir kaç noktaya dikkat çekmekte fayda vardır:

a) Önce şunu belirtelim ki, “kızların nimet olduğu”na dair sahih bir hadis rivayetine rastlayamadık. Yalnız Şia kaynaklı bir rivayette şu ifadelere yer verilmiştir: “Kızlar hasenattır (bir iyiliktir), oğlanlar ise nimettir. Hasenat mükafatlandırılır, nimetten ise sorguya çekilir.” (bk. el-Mektebetu’l-İslamiyetu’l-Aleviye)

b) Kız çocuklarıyla ilgili gelen sahih rivayetlerin hedefinde (erkek çocukların yaramazlığı değil), cahiliye devrinden kalma kızları hor görme adetini ortadan kaldırmaktır.

“Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden, yüzü mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışır. Şimdi ne yapsın: Hor, hakir, itilip kakılan bir bela olarak onu hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın, diye kara kara düşünür! Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!” (Nahl, 16/58-59)

mealindeki ayetlerde bu kötü düşüncenin teşhir edildiğini görmekteyiz.

c) Kız çocuklarıyla ilgili hadislerde bu çirkin hastalığın tedavisi söz konusudur.

“Ümmetimden kim üç tane kız çocuğunu veya kız kardeşinin geçimini sağlarsa o cennette benimle beraber olur.” (Memcmau’z-Zevaid, h. no:13495)

gibi birçok hadis rivayetlerinde peygamberimizin bu cahiliye hastalığının tedavisine çaba gösterdiğini görmekteyiz.

d) Mealini vereceğimiz ayetlerden alınacak çok dersler vardır:

“Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğini yaratır. Dilediğine kız evlat, dilediğine erkek evlat verir, yahut kızlı oğlanlı olarak her iki cinsten karma yapar. Dilediğini de kısır bırakır. O her şeyi mükemmel bilir, her şeye kadirdir.” (Şura, 42/49-50)

Bu ayetlerde Allah’ın mutlak iradesine vurgu yapılmıştır. Kızlardan anneleri sorumlu tutan cahiliye kültürünün yanlışlığına dikkat çekilmiştir. Kız olsun erkek olsun bütün çocukları yaratan Allah’tır. İkisi de Allah’ın insanlara ikram ettiği bir nimettir. Birini diğerine tercih etmek, bu iradeye karşı bir saygısızlıktır.

– İbn Abbas’tan yapılan rivayete göre peygamberimiz şöyle buyurdu:

“Bir şey verip ikramda bulunduğunuzda (erkek-kız ayırımı yapmaksızın) çocuklarınıza eşit verin. Şayet ben bir tarafa fazladan vermeyi tercih etseydim, kızları / kadınları tercih ederdim.” (Zevaid, h. no:6759; Kenzu’l-Ummal, h. no:45359)

Burada da kadınların tercihi meselesi, onların erkeklerden daha üstün olduğu için değil, daha zayıf olduklarından dolayıdır.

– İşin özeti şudur: Bütün erkeklerin veya bütün kadınların bir nimet olduğunu söylemek mümkün değildir. Evet bunlar Allah tarafından verilen birer nimettir. Fakat onlardan bazıları kendi özgür iradelerini kullanarak kötü yolu seçip nimet cihetini kaybedebiliyorlar. Parası için annesinin boğazını kesen kızın veya babasını boğan bir oğlanın bir nimet olduğunu söylemek mümkün mü?

Hülasa: “Allah katında -erkek ve kadın olarak- en değerlinin, ona karşı en saygılı olanınızdır.” (Hucurat, 49/13) mealindeki ayette -cin

“Şu üç şey Âdemoğlunun saadetindendir; saliha bir hanım, geniş ev, rahat binek.” hadisi açıklar mısınız?

Bu konuda Peygamberimiz (sav)’ şöyle bir hadisi bulunmaktadır:

“Şu üç şey Âdemoğlunun saadetindendir; saliha bir hanım, geniş ev, rahat binek.” (Müsned, 1/168)

Her insan geniş bir eve veya müstakil bahçeli bir eve sahip olamaz. Ekonomik imkanlar dahilinde küçük dahi olsa bir evde oturmakta bir günah yoktur. Ancak imkanı olanlar için elbetteki geniş ev daha iyidir. Dinimizin gereklerini yerine getirmek açısından da geniş ve müstakil evler daha iyidir.

Duada at veya deve diye isilmlendirmeyip binek diye ifade edilmesi ile, manası daha geniş tutulmuş olur. Bu günümüzde araba olarak da anlaşılabilir.

Evin geniş olması mecazi olarak da düşünülebilir. Mesela, “ocağının külü bol” demek o kişinin misafirperver ve cömert olduğuna işaret eder. Geniş ev de aynı şekilde misafir perverliğe teşvik olarak da düşünülebilir. Ayrıca çocuk sahibi olmaya da teşvik olabilir.

1. (401)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor:

“Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la beraber iken, kendi elimle bir ev yapmıştım. Bu ev beni yağmura karşı korumaya, güneşe karşı da gölgelemeye yetiyordu. Bunun inşasında Cenâb-ı Hakk’ın mahlukatından hiçbirinin yardımını da görmemiştim.”

2. (402)- Bir başka rivayette:

“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın vefatından beri tuğla üzerine tuğla da koymuş değilim.” der. Buhârî, İstizan, 53; İbnu Mâce, Zühd 13, (4162).

3. (403), Kays İbnu Ebî Hâzım (radıyallahu anh) anlatıyor: “Habbab İbnu’l-Eret (radıyallahu anh)’e geçmiş olsun ziyaretine geldik. Karnına tam yedi yerden dağ vurmuştu. Bize: “Bizden önce gelip geçen arkadaşlarımız var ya, dünya onların sevaplarından hiçbir şey noksanlaştırmadı. Biz ise onlardan sonra öyle dünyalığa erdik ki, koruyacak yer bulamayarak toprağa (bina inşaatına) yatırdık. Halbuki sıkıntılı dönemde, (öyle anlar oldu ki) eğer Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yasaklamasaydı, ölmeyi temenni edecektik.” dedi. Bir başka gelişlerimizde, Habbab’ı kendine ait bir duvarı inşa ederken görmüştük de şöyle buyurmuştu:

“Müslüman, harcadığı her şey için sevaba erer, ancak şu inşaat işi hâriç.” Buhârî, Mardâ 19, Da’avât 30, Rikâk 7, Temennî 6; Müslim, zikr 12, (2681); Nesâî, Cenâîz 2, (4, 3-4).

AÇIKLAMA:

Habbab İbnu Eret, ilk Müslümanlardandır. Kendisi aslen Temimli’dir ve Mekke’ye bir nevi mülteci statüsüyle yerleşmiştir. Yabancı ve dolayısıyla hâmisiz oluşu sebebiyle en ağır işkencelere mâruz kalmıştır. Kızgın demir ve taşlarla yapılan işkenceler, vücudunda ölünceye kadar devam eden yaralar açmıştır.

Rivâyette, Habbâb (radıyallahu anh) kendisi gibi ilk dönemin işkence ve sıkıntılarına mâruz kaldıkları halde, sonraki zafer ve bolluk devrine erişmeden ölmüş olanları anıyor: “Onlar, hizmetlerine mukabil, hiçbir dünyevî ücret alamadılar, bütün ücretleri âhirete kaldı, biz ise zafer ve zaferin getirdiği bolluk devrini idrak ettik. Hizmetlerimizin mükâfaatını dünyada almış gibiyiz.” demek istiyor.

Habbâb’ın kasteddiklerinden biri: Mus’âb İbnu Umeyr (radıyallahu anh)’dir. İslâm’dan önce bolluk içinde olduğu halde, Müslüman olunca, ailesi onu evlatlıktan çıkarıp, her türlü maddî destekten mahrum bırakmıştı. Büyük maddî sıkıntılara rağmen İslâm için hizmet verirken Uhud’da şehid düştüğü zaman, vücudunu örtecek kefen bile bulunamadı. Elbisesi ile baş tarafı örtülünce ayak tarafı açık kalmıştı, ayakları kuru otlarla örtülerek mezara kondu.

Hadiste geçen bina yapmanın keraheti meselesine gelince, âlimler bu konularda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İhtiyaçtan fazla, gösteriş için yapıldığı takdirde mekruh olduğunda ittifak ederler. Aksine, zaruri ihtiyacı karşılayan mesken inşaatının mekruh olmayacağında da ittifak ederler. Ancak bazıları bu durumda harcanan için ne sevap ne günah yoktur demişse de, sevab olacağını ifade eden âlimlerimiz de vardır. Aslolan ikinci görüş olmalıdır.

4. (404)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

“Nafaka için harcananın hepsi Allah yolunda harcanmış gibidir, bina için harcanan müstesna, bunda hayır yoktur.” Tirmizî, Kıyamet 41, (2484).

5. (405)- Yine, Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanında biz olduğumuz halde (gezintiye) çıktı. Derken, etrafındaki binalara rağmen (daha yüksek olduğu için) sivrilen bir kubbe görmüştü: “Bu da ne?” diye sordu. “Ensardan falancaya ait” dendi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sükut buyurdu, ancak binaya karşı içinden hoşnutsuz olmuştu. Bir müddet sonra, sahibi geldi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e cemaatin içinde selam verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yüzünü çevirdi ve selamını almadı. Tekrar tekrar selam verdi ise de aynı şekilde davranarak selamını almadı. Adam anladı ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine kızgındır ve yüz çevirmektedir. Durumu arkadaşlarına açarak: “Allah’a kasem olsun, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bakışını iyi bulmuyorum. Hakkımda ne olup bitti, bilemiyorum da dedi. Kendisine: “Gezinirken kubbeni gördü. “Bu kimin?” dedi. Sana ait olduğunu haber verdik.” dediler.

Adam hemen dönüp, kubbesini yıktı, öyle ki yerle bir etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir başka gün yine gezintiye çıktı. Kubbeyi göremeyince: “Kubbeye ne oldu?”diye sordu.

Kubbe sâhibiyle olup biten gelişmeler haber verildi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) “Bilin ki, zaruri olmayan her bina, sahibine bir vebaldir.” buyurdu. Ebû Dâvud, Edeb 169, (5237).

6. (406)- Abdullah İbnu Amr İbni’l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben, ahşab evimi tamir için çamurlamakla meşguldüm. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana uğradı ve: “Bu da ne Ey Abdullah?” buyurdu. Ben: “Evin tamiriyle meşgulüm” dedim. “Ölüm(ün gelmesi) ve bu ev(in yıkılmasın)dan daha çabuktur.” buyurdu.

Bir rivayette: “Ben emr-i Hakk’ın gelmesini bun(un yıkılmasın)dan daha çabuk görüyorum.” buyurmuştur. Ebu Davud, Edeb 169, (5235), (5236); Tirmizî, Zühd, 25, (2336); İbnu Mâce, Zühd 13 (4160).

7. (407)- Dükeyn İbnu Sâid el-Müzenî (radıyallahu anh) anlatıyor; “Yiyecek istemek üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a uğradık. Hz. Ömer (radıyallahu anh)’e seslenerek: “Ey Ömer git, istediklerini ver.” emretti. Hz. Ömer (ra) bizi bir odaya çıkardı. Hücresinden anahtarı çıkardı ve kapıyı açtı.” Ebû Dâvud, Edeb 170, (5238).

8. (408)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Yol hususunda ihtilaf ederseniz genişliğini yedi zira’ yapın.” Buhârî, Mezâlim 29; Müslim, müsâkât 243, (1613); Tirmizî, Ahkâm 20, (1355); Ebu Dâvud, Akdiye 31, (3633), İbnu Mâce, Ahkâm 16, (2338).

AÇIKLAMA:

Bu rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şehircilik meseleleriyle de meşgul olması bakımından ehemmiyetlidir. Yeri geldikçe görüleceği üzere belediyeleri ilgilendiren çeşitli meselelerle ilgilenmiştir.

Âlimler, yolla ilgili bir rivayeti açıklarken, hadisten maksadın yolun genişliğini bu rakamla tahdid etmek olmadığını belirtirler. Bu rakamın daha çok herkesin gelip geçtiği ana yollarla ilgili olduğu, tâli ve hususî yolların, ihtiyacı görecek genişlikte olabileceği gibi, ana yolların daha da geniş olabileceği belirtilir.

1) MESKEN VE KÜLTÜR:

Terbiye meselesinde mühim bir husus, meskendir. İnsanoğlunun, yarı ömründen fazlasını içerisinde geçirdiği mesken, tek zâviyeden değil, pek çok zâviyelerden ehemmiyet taşır. Kur’ân-ı Kerim’de geçmiş ümmetlerin, gerek güç ve haşmetleri ve gerekse zulüm ve fesâdları ile meskenleri arasında bir ilgi kurulmakta, meskenlerinin ahvâli üzerine durulup ibret almaya teşvik edilmektedir.

Şu âyet Sebe’ kavminin ulaştığı haşmetin meskenlerinde okunduğunu söyler:

“Gerçekten (Yemen’de yaşamış olan) Sebe’ kavmi için meskenlerinde bir âyet vardı. Sağ ve soldan iki taraflı bahçeler (…) (Sebe’, 34/15).

Keza Semûd kaminin kudretini tasvîr zımnında: “Vâdilerde kayaları oyarak” ev ve şehir kurdukları belirtilir (Fecr, 89/8-9). Şu âyete de zulmün, neticede medeniyetleri yıkıp, evleri virâneye çevireceği bildirilir, virâneler üzerinde tefekkür ve araştırmaya sevkedilir:

“İşte zulümleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri (nin enkâzı), şüphe yok ki bilcek bir kavm için bunda (ibret verici) bir nişâne vardır,” (Neml, 27/52).

Şu âyette de maddî medeniyette ulaşılacak ileri bir seviye, meskenlerin alacağı şa’şaa ile tasvir edilmekten başka, bu şa’şaa karşısında insanların kültürel değişikliğe uğrayıp bozulacaklarına da işaret edilmektedir:

“Eğer bütün insanlar (küfre imrenecek), bir tek ümmet hâline gelmeyecek olsalardı, o çok esirgeyen (Allah)’a küfreden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri, odalarının kapılarını, üzerine yaslanacakları tahtları hep gümüşten yapardık. Onların bu eşyalarını altın yaldızlı ve işlemeli kılardık. Bunların hepsi, ancak dünya hayatının geçici menfaatleridir.” (Zuhruf, 43/33-35).

Bu âyetlerde temas edilen beşer-mesken münâsebetleri, günümüzde müstakil bir ilim dalı olarak inceleme konusu hâlini almış durumdadır. Mesken Sosyolojisi dediğimiz bu yeni disiplinin mensupları, araştırmalar ilerledikçe, tecrübi ilimlere has, objektif, her tarafta geçerli kanunlara ulaşacaklarını söylemektedirler.

Bugüne kadar yapılan araştırma ve katedilen mesafelere dayanarak şimdiden kesin bir dille meskeni “belli bir medeniyette kültürün bir tezâhürü”, “cemiyetin arz üzerine vurulmuş bir mührü, bir damgası” olarak tavsîf etmektedirler. Onlara göre, bu damgada, “o cemiyetin mânevî durumu, iktisâdî durumu, mâruz kaldığı çeşitli problemleri ve müşkilleri” okunabilir.

Dilimizde kısaca aslan yatağından belli olur diye ifâde edilen fikre, ilmî ve daha şümûllü bir hüviyet verilerek “Ferd… Cemiyet… Ve hattâ medeniyet yatağından bellidir.”denecek kadar ileri gidilerek bir cemiyetin kültürü ile meskeni arasında tefrîki gayr-ı kaabil bir birlik ve berâberlikten ittifakla söz edilmiştir. Neticede ferdin oturduğu meskenin kendi kültürüne uygun olması gerektiği, aksi takdirde ya meskende bâzı tadilatlar yaparak sâkinin onu kendisine uyduracağı, yahut meskenin, içinde oturan kimsenin duygu, düşünce, telakkî ve davranışlarında (yani kültüründe) bazı değişiklikler husûle getirerek kendine uyduracağı ileri sürülmüştür. Bu husûsun kesinliği, meselenin uzmanlarına:”Meskenlerimizi biz yaptığımızı zannederiz, aslında bizi yapan meskenlerimizdir.” dedirtmiştir.

Aynı fikir, bazan da tıpkı cemiyetin, alt yapı (enfrastructure) denen ekonomik durumuna tabi olarak üst yapı (süperstructure) denen din, hukuk, siyâset vs. değişeceğini iddia edenlere paralel bir üslûbla: “Mesken ve lojmanı, devâm edecek bir değişikliğe tâbi tutmak, ancak ve ancak, âile ve cemiyeti değiştirmekle mümkündür.” şeklinde ifâde edilmiştir. Ciddi bir terbiye sonucu kültür, teknik ve iktisâdî hayatta husûle gelecek bir değişiklikle meskenin de kendiliğinden değişeceği böylece ifâde edilmiştir.

Şüphesiz bu ifâdeler inkârı zor olan bir gerçeği dile getirmektedirler. İbtidâîlerin meskenleriyle yüksek bir teknik seviyeye ulaşan ileri bir milletin inşaatlarını nazara alacak olsak söyleneni te’yîd eden müşâhedelere varırız.

Şu hâlde, sâdece soğuk-sıcak ve emniyetsizliklere karşı ferdin ilticâ yeri olmakla kalmayan, aynı zamanda kültür ve mânevî değerlerin de bir melcei durumunda olan meskenin sünnetteki yeri nedir?

Terbiye bir yönüyle cemiyetin kültürünü ferde aktarmak, diğer bir yönüyle de ferdin dünyâ ve âhiret saâdetini te’mînde ona yardımcı olmak olduğuna göre, kendisini bir muallim ve bir mürebbi olarak takdim eden dünyâ ve âhiret saâdetinin yollarını gösteren Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm), insanoğlunun hayatında bu kadar ehemmiyetli bir yer tutan meskene nasıl bir nazar atfetmiş, getirdiği sistem için nasıl bir meskeni uygun bulmuştur? Bunları bilmekte mevzûmuz için fayda ve belki de zarûret vardır. Nitekim, geçmişte ciddi şekilde kaleme alınmış sistematik terbiye ve ahlâk kitaplarımızın çoğunda meskenle ilgili bölümlere de rastlamaktayız. Buralarda ittifakla meskenin aslî ihtiyâçlardan biri olduğu belirtilir.

Meselâ Kınalızâde, evi: “İnsanların bekâyı nesil için muhtaç oldukları beş esâsı (anne, baba, evlad, hâdim ve gıda) muhâfazaya mahsûs mahal ve me’vâ” olarak târîf ettikten sonra bunun, taştan, yünden, deriden vs. olabileceğini söyler. Ahlâk-ı Hâmide de: “İndelhâce alıp kullanmak üzere havâic-i asliyesini hıfzetmek üzere yerler tedârikini” insanı hayvandan ayıran vasıflardan biri olarak kaydeder.

Kârî, mesken inşaatına başlarken “Sıcak ve soğuktan korunmakla birlikte, içerisinde ibâdet yapmaya da (taabbüd) niyet etmeli” der. Bu kitabların bir kısmında bâzan inşaatta kullanılacak malzeme ve tâkip edilecek inşaat usûlüne kadar inen -yapıcı tekniğiyle ilgili- bâzı teferruâta da rastlandığı hâlde, terbiye için asıl mühim olan plân meselesine, meskenin diğer te’sîslerle olan münâsebetlerine, hıfzu’ssıhha şartlarına vs. aynı ağırlıkta ve yeterince rastlanamaz. Meselâ geniş olması, yüksek olmaması gerektiği söylenir, ama tatmîn edici açıklamaya yer verilmez. Halbuki terbiyenin mahalli olarak mesken, bilhassa taşıdığı plân ve beşerî ihtiyâçlara uygunluğu ile büyük ehemmiyet taşır. Hele, meskeni tek başına ele almak son derece noksan bir davranış olur.

Öte yandan Kur’ân ve sünnette meskenin terbiyevî yönüyle alâkalı bir hayli teferruât yer aldığı gibi, diğer te’sislerle olan ilgisine de dikkat çekilmektedir. Bilhassa sünnette meskene geniş yer verildiğini görürüz. Mükerrer rivayetlerde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), meskeni, kişinin saâdeti için şart olan üç ana unsurdan biri olarak tavsîf eder: “Kişinin saâdeti üç şeye bağlıdır: “Sâliha kadın, sâlih mesken, iyi binek.” Burada teleffuz edilen “sâlih”lik vasfı oldukça mutlak bir ifâdedir. Az sonra belirteceğimiz gibi, bâzı hadislerde “sâlih” olmanın şartları” arasında bilhassa genişlik, komşularının iyiliği, camiye yakınlık vs. bâzı vasıflar daha belirtilmişse de her devrin değişen şart ve gelişen telakkîlerine göre ilâve edilecek başka vasıflara, aranacak başka hususiyetlere açıktır.

Hülâsa, biz burada Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in meskenle ilgili olarak tebliğ ettiği tâlimâtı inceleyeceğiz. Temâs edilecek meseleler iki ana başlık altında toplanacaktır.

1. Mikro Plânda Mesken:

Bu kısımda meskeni tek başına ele alıp sünnette beyân edilen vasıfların ve kısımlarını belirtip, İslâm’ın ideal mesken plânını ana hatlarıyla ortaya koymaya, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in mesken siyâsetini açıklamaya çalışacağız.

2. Makro Plânda Mesken:

Bu kısımda ise meskeni şehir bütününün bir parçası olarak ele alıp, meskenin bir nevi hârice uzantısı olan ve tamamlayıcı durumunda bulunan diğer içtimâî te’sîslerle olan münâsebeti üzerinde duracağız.

1. MİKRO PLÂNDA MESKEN

Terbiye nokta-i nazarından mesken ele alınınca, birinci plânda karşımıza çıkan, meskenin müstakil bir ünite olarak taşıması gereken vasıflarıdır. Bir başka deyişle bir meskenin sâkinini mes’ûd edebilmesi için hâiz olması gereken vasıflar nelerdir? Genişliği, odalarının sayısı, mefrûşât, dekor vs. nasıl olmalıdır? Bu meselelerde Sünnet’in tavsiye ettiği ölçüler var mıdır, varsa nelerdir? Şu hâlde biz burada, bu husûsları belirtmeye çalışacağız ve önce bunlardan en mühimmi olan genişlikten söz edeceğiz.

a. GENİŞLİK

Sünnetin beyânında meskenin geniş olması kaçınılmaz, vazgeçilmez bir vasıftır. “Sâlih Mesken” in evsâfını belirten çeşitli hadislerde, genişlik her seferinde birinci şart olarak tekrâr edilmiştir. Bundan maksadın (istifâde edilen) odaların (merâfık) sayıca çokluğu olduğu ayrıca tasrih edilmiştir.

Sünnette meskenin genişliği üzerinde ısrarla durulduğunu te’yîd eden rivayetler çoktur. Kurtuluşun nasıl olacağını soran Ukbetu’bnu Âmir’e Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Diline hâkim ol, evini genişlet, hatâlarına da ağla (tövbe et).” cevabını verir. Sevbân’ın rivayetinde bu mânâ: “Lisânına hâkim olan, evini genişleten ve hatasına ağlayana ne mutlu.” şeklinde ifâde edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in: “Yâ Rabbî! Günâhımı affet, evimi genişlet, rızkımı mubârek kıl.”diye dua ettiği ve rivayetler arasındadır.

Bir kısım rivayetlerde evin genişliği, evin uğuru olarak ifâde edildiği gibi, darlığı da uğursuzluğu olarak ifâde edilmiş(1) ve darlık kişiyi şekâvete (bedbahtlık) atan, üç âmilden biri olarak zikredilmiştir: “Âdemoğlunun şekâveti üç şeydendir: “Kötü hanım, kötü mesken ve kötü binek (…)”. Meskenin kötülüğünden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in darlığını kastettiğini Hâkim’in bir tahricinde görmekteyiz:

“(…) Meskenin kötülüğü darlığıdır (yâni, istifade edilen) bölümlerinin azlığı.” İbnu Hacer’in Taberânî’ye atfen zikrettiği bir vecihte, bu darlık, “bölümlerinin azlığı” şeklinde değil “sâhasının darlığı” şeklinde ifâde edilmiştir.

Bâzı rivayetlerde, Hicreti müteâkip bir kısım muhâcir kadınların, ev darlığından şikâyet etmeleri üzerine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in bu mesele ile ciddiyetle ilgilendiğini görürüz. Önce, Muhâcirler’i Ensar’ın evlerine yerleştirmiş, (bilâhere de) Medine’de ev inşâ etmeleri için arsa taksîm etmiştir. Kendilerine arsa verilenlerden bir çoğunun ismini zikreden ve arsaların yerleriyle ilgili rivayetleri de zikreden es-Semhûdî, mezkûr arsaların büyük ekseriyetinin Mescid-i Nebevî etrafında yer aldığını ilâve eder.

Kötü meskenin başlıca vasfının darlık olduğu belirtilmiş olmakla berâber, bâzı rivayetlerde “komşusunun kötülüğü”, “ezân ve kaamet işitilmeyecek derecede mescide uzaklığı” da zikredilmiştir. Gürânî, bunlara “havasının kötü olmasını” da ilâve eder.

Diğer bâzı rivayetler bize sünnetin oturulan meskenden hoşlanılmasını istediğini, hoşlanılmayan meskenin -hoşlanılacak şekle sokulmasını, mümkün olmuyorsa- terkedilmesini emrettiğini göstermektedir. Hz. Enes (radıyallahu anh)’in rivayet ettiğine göre (yeni yerleştiği evi uğursuz addederek) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e gelip: “Ya Resûlallâh! Biz bir evde idik, orada sayıca kalabalık, malca zengindik, bir başka eve geçtik, bu yeni yerde sayımız da azaldı, malımız da, (ne yapmamızı söylersin?)” diyen bir kimseye -ki, bu Muvattâ’nın rivayetinde kadındır- “Orayı zemim olarak (kabûl edin ve) terkedin.” der. Hattâbî, buraya terk emrini, orada bizâtihi uğursuzluk olduğu için değil, ev ve mesken sebebiyle kendilerine uğursuzluk geldiğine dâir içlerinde doğan vehmi izâle etmek için verdiğini belirtir.

Aynı şekilde ikamet etmekte oldukları yerin, şiddetli vebâ vakalarına sahne olduğundan şikâyet eden bir (Yemenliye) de: “Oraya gitmekten vazgeç, zira hastalığın bulaşması kırıma sebep olur.” der. Kezâ evinin darlığından şikâyet eden Hâlid İbnu Velîd’e de: “Binâyı göğe yükselt ve Allah’tan (fiilî olarak) genişlik taleb et.” der.

Bu rivayetlerden evin gerek kapladığı mesâha ve gerekse oda sayısı yönünden geniş olması gerektiği anlaşılmakla berâber ne mesâha ne de oda sayısı yönüyle bir rakama rastlanmamaktadır. Bunun sebebini, ailenin sâbit olmayan hacmi ile izâh edebiliriz. Zîra aileler nüfusça kalabalık olabileceği gibi karı kocadan müteşekkil iki kişi de olabilir. Binâenaleyh ev için sünnetçe tesbît edilecek kesin bir rakam olamazdı.

b. PLÂN

Bir meskenin nasıl olması husûsunda bâzı umûmî bilgileri verdikten sonra nassî ifâdelere dayanarak, acaba bu evin bütün kısımlarına şâmil kaba bir plân mümkün mü? diye bir sual akla gelebilir. Esâsen bu husûs bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de işlenmiş olan bir mevzûdur. Orada bir Müslüman ailesinin oturması gereken asgarî ölçüleri havi normal bir evin plânı bize verilmektedir. Kur’ân’daki bu bilgilere sünnetten bâzı detaylar da ilâve edilince İslâm terbiyesine ve İslâm dünya görüşüne uygun ev plânı kolayca çıkmaktadır.

Daha önce de belirtildiği gibi meskenin ebâdı her şeyden önce ailenin hacmine bağlıdır. Kur’ân’ın derpîş ettiği aile, günümüz sosyolojisinde nükleer (çekirdek) aile denen, anne-baba, çocuklar (ve hizmetçi)’den müteşekkil sınırları oldukça mahdût bir aile tipidir. Diğer yakın akrabaların herbirinin evleri ayrı, sofraları ayrı olacaktır. Biz bunu şu âyetten anlamaktayız:

“Size göre de (gerek) kendi evlerinizden, gerek babalarınızın evlerinden, gerek annelerinizin evlerinden, gerek bîraderlerinizin evlerinden, gerek kızkardeşlerinizin evlerinden, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın evlerinden, gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden gerek (başkasına ait olup da) anahtarlarına mâlik (ve hazinedârı) bulunduğunuz (evler)den, yâhut da sâdık dostlar (ın evlerinden) yemenizde de (bir hareç yoktur). Hep bir arada toplu olarak da, dağınık olarak da yemenizde dahi hareç yok (…)” (Nur, 24/61).

Âyetin sonunda berâber olmaya da cevaz vermekle birlikte esas olan ayrılmaktır.

Şu âyetten çocuk veya hizmetçi bulunan bir evde en az iki odanın bulunması gerektiğini, günün (istirâhate tahsîs edilen) belli saatlerinde aynı odada kalmayıp ayrı ayrı odalara geçmek icâbettiğini anlıyoruz:

“Ey iman edenler, sağ elinizin mâlik olduğu (köle ve cariyeler), bir de sizden olup da henüz bülûğ çağına girmemiş (küçük)ler, (şu) üç vakitte, sabah namazından önce, öğle sıcağından elbisenizi çıkaracağınız zaman, bir de yatsı namazından sonra (odanıza girecek olurlarsa) sizden izin istesin(ler). Bu üç (vakit) sizin için avret (ve halvet vakitleri)dir. Bunlardan sonra ise birbirinizi dolaşmanızda ne sizin üzerinize, ne de onların üzerine bir vebâl yoktur. Allah âyetleri size böyle açıklar (…). Sizden olan (hür) çocuklar büluğ çağına ulaştığı zaman kendilerinden evvelkilerin izin istediği gibi izin istesinler (…)” (Nûr, 24/58-59).

İbnu Abbâs âyetin iniş sebebini beyân zımnında o vakitte evlerde perde olmadığını, erkek hanımı üzerinde iken “hâdim veyâ çocuk veya evde bulunan yetime”nin âniden çıkageldiklerini, bunun üzerine âyetin perdeyi emrettiğini bildirir. İbnu Kesîr, âyetin muhkem ve gayrı mensûl olmasına rağmen insanların bununla amele pek riayet etmedikleri için İbnu Abbâs’ın hayıflandığını kaydeder.

Şu hâlde bir Müslümanın evi, birbirine kapı ile geçilen asgarî iki bölme olmalıdır. Bölmeler ahşap kapı veyâ bez perde ile mutlaka ayrılmalıdır.

Diğer taraftan sünnet yedi yaşından itibâren çocukların yataklarının ayrılmasını emretmektedir. Bu ayırma keyfiyeti, hadiste oldukça mübhemdir. Henüz bülûğa ermeyenler için yataklarının aynı oda içerisinde ayrılması anlaşılsa bile bülûğa erdikten sonra odaların da ayrılması, bilhassa erkek ve kız çocuklarının odalarının ayrılması, terbiye için daha muvâfık gözükmektedir. Hadîsten bu mânayı çıkarmaya mâni bir sarâhat de gözükmüyor.

Şu hâlde bu durumda asgarî oda sayısının üç olması gerekmektedir:
1. Ebeveyn odası,
2. Kız çocukları için bir oda,
3. Erkek çocukları için bir oda.

Sünnet açısından bir Müslüman, misâfiri de nazara almak zorundadır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Allah ve âhiret gününe inanan (…) misâfirine ikrâm etsin.” “Her şeyin bir zekâtı vardır, evin zekâtı da ziyâfettir.” gibi çeşitli beyânlarıyla evlerde misâfir ağırlamaya, onlara hizmet, yemek v.s. yollarla ikramda bulunmaya teşvîk etmiştir. Hattâ “Bir gün ve bir gece evde kalması, misâfirin kesinlikle hakkı” olarak beyân edildikten başka misâfirliğin üç gün olduğu teyid edilir.

Evi planlarken misâfir unsurunun behemahal nazar-ı itibâra alınması gerektiğini te’yîd eden bir diğer hadis de yatak sayısı ile ilgili olarak gelmiştir:

“Bir kimsenin evinde üç yatak bulunmalıdır: Biri erkek için, biri hanım için, biri de misâfir için, dördüncüsü ise şeytana aittir.”

Anlaşılacağı üzere buradan asıl maksat evde bulunması gereken yatak sayısını bildirmek değildir. Nitekim çocukların yatağından bahsedilmiyor. Hadîs, karı ile kocanın ayrı ayrı yatağı (ve hattâ odaları) olabilir mi gibi bir tereddüt ve suale “evet” diyor, bir de ihmâli mümkün olan misâfir yatağı (ve konması gereken odayı) hatırlatıyor. “Dördüncüsü şeytana aittir” tâbiri ise, şârihlerin belirttiği gibi, “ihtiyaçtan fazla, gösteriş ve övünmeklik için isrâf olarak alınan ev eşyâsına şâmilir.” Nitekim İbnu Zübeyr, zevcesinin yanında üç yatak görünce: “Biri bana, biri de zevceme ait, üçüncüsü ise şeytana aittir, çıkarın onu” der ve misâfir yatağını söz konusu bile etmez.

Tatbikatta, bir evi plânlarken ilk Müslümanların bu husûsu nazara almış olacağını teyîd eden son bir delîlimiz Şir’atu’l-İslâm’da yer eden şu cümledir: “Binâ ile ilgili sünnetlerden biri de (…) evde ziyâfet için bir odanın (misâfir odası) inşâsıdır; zira hadiste: “Her şey için bir zekât vardır, evin zekâtı da (evde verilcek) ziyâfettir.” buyrulmuştur.

Bunlardan başka, Kur’ân-ı Kerîm yaşlanan anne ve babalara da bakılmasını emreder ki, mesken inşâsında nazara alınması gereken bir başka durum olmaktadır.

Şu hâlde asgarî iki oda olması gereken Müslüman evinin âzamî oda sayısı için bir hudûd konmamış, ihtiyâca ve maddî imkâna göre Müslümanların insiyâtifine bırakılmış, ancak daha önce de belirttiğimiz gibi gerek kapladığı sâha ve gerekse oda sayısı itibârıyla geniş olması, yani az sonra belirteceğimiz seyyaliyete imkân tanıması tavsiye edilmiştir.

Burada ev plânına dâhil edilmesi gereken diğer bir unsur evin avlusudur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in şahsî evinin plânından bahsederken görüleceği üzere avlu evin ayrılmaz bir parçasıdır. Evin şartlarından bahseden bir çok rivayetlerde avlunun da behemahâl söz konusu edildiğini görürüz. Bu durum Müslümanlar’a: “Finâyı hâne’yi hânenin müştemilâtından” telâkkî ettirmiş, yakın zamana kadar şehirlerde bile evlerin bahçeli olarak inşâ edilmesini netice vermiştir. Ancak zamanımızın şartları, bilhassa büyük şehirlerde, avlu veya bahçe mefhumunu unutturmak istikâmetinde gelişmektedir.

HZ. PEYGAMBER’İN EVİNİN PLÂNI

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in evi beher kenarı takrîben 100 zira’ olan kare bir avlu etrafında sıralanan dokuz adet hücreden müteşekkildi. Bunlardan iki adedi Mescid-i Nebevî’nin inşâsı sırasında yapılmış, diğerleri ihtiyaç hasıl oldukça bilâhare ilâve edilmiştir. Bu, bir avlu etrafında dışarı kapalı, hepsi avluya açılan odalardan müteşekkil ev tipi, “Halen Mısır, Suriye, Mezopotamya ve Arabistan Yarımadası’nın şehirlerinde ikâmetgâh olarak kullanılmakta olan” ev tiplerine benzemektedir. Rivâyetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hücrelerinin takrîben 10×10 zira’ ebâdında kare şeklinde, duvarlarının da 7 veya 8 zira’ boyunda olduğunu haber verir. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin hücresi ile ilgili tafsîlâta göre kapısı dikenli ardıç (sâc) veyâ ur’ur (denen, Hindistan’da yetişen, abanoz ve çınara benzetilen bir ağaç)dandır. Tek kanatlıdır ve Şam cihetine bakmaktadır. Bâzı rivayetler bu hücreye ikindi güneşinin vurduğunu da kaydederler.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in meskeninin plân ve şümûlü husûsunda Kettânî oldukça mübâlağalı bir tasvîr ve tahminde bulunur. Delîle dayanmadığı için burada zikretmeyi uygun bulmadık.

Müteahhir kitaplarda, inşâ edilecek bir binada odanın yüksekliği için verilen: “Sünnette bu, mikdâru’lkifâye (yeterli miktar)dır, bu da altı zirâdır”, ölçüsü buradan alınmış olabilir. Odanın genişliği hususundaki “mikdâru’lkifâye” için “içinde oturanların durumuna bağlı olarak değişir” denmektedir.(2)

c. EVİN SEYYÂLİYETİ

Anlaşıldığı üzere, evin muhtaç olunan hacmi ve odalarının sayısı, her an değişmesi muhtemel olan ihtiyâca göre farklı olacaktır. Halbuki inşaat bir defa yapılır ve sâbittir. Bu durumda âilenin ilerde muhtemelen alacağı en büyük vüsati nazarı itibâra alarak mı plân yapmalı? Halbuki çocukların büyüdükten sonra evlenip ayrılmaları, âilenin hacmini tekrar düşürecektir. Her hâl u kârda sünnette bu meseleyle de ilgili bâzı rivayetlere rastlamaktayız ve bunlardan evin elastikî bir plâna sahib olması gerektiği sonucunu çıkarmaktayız.

Mezkûr rivayetlerden bâzıları Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in, evin içerisinde, bir köşede, büluğa ermiş kızların kalması için “hıdr” denen bir çadır kurduğunu haber verir. Hattâ evlendireceği zaman çadırın önüne oturur ve: “Falanca, falancayı (kızın ve erkeğin ismini söyleyerek) istiyor.” der eğer içerideki sükût ederse onu isteyenle evlendirirdi, istemediği takdirde vururdu ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de istemediğini anlayarak ona vermezdi, denir.

Diğer bâzı rivayetlerden de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in bir hasırı olduğunu, gündüzleyin bunu (üzerine oturmak üzere) yaydığını, geceleyin de onunla (evin içerisine kendisi ile başkaları arasında perde olmak üzere) bölme yaptığını öğrenmekteyiz. Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu anh)’ten gelen rivayette, hasırla bölme işinin mescidde yapıldığı tasrîh edilir. Ancak bu, evde de yapılmış olduğunu nefyetmez. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’den Müsned’de tahrîc edilen rivayette aynen şöyle denir:

“Bizim bir hasırımız vardı. Onu gündüzleri yayar, geceleri de (onunla) hücre yapardık (…).”

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hücrelerinde çadır kurup, bölme yaptığına delâlet eden daha sarîh başka rivayetler de mevcuttur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in âzadlı cariyelerden Ruzeyne (radıyallahu anhâ)’nin rivayetine göre, “Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin hücresinde (ihtiyaç halinde) içerisine girilerek saklanılan, hurma dallarından (sa’af) örülmüş bir çadır vardı.” İçerisine toz, toprak ve örümcek ağının bulunduğuna dâir gelen sarahat nazarı itibâra alınacak olursa bunun pek sık kullanılmadığı anlaşılmaktadır.

Hülâsa, muhtelif rivayetler nazara alınınca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hücrelerinde, mahremiyet v.s. maksadlarla perde germek, küçük çapta çadır kurmak gibi çeşitli tedbirlere tevessül ederek, evi genişletme imkânları aradığı ve evin de bu çeşit teşebbüslere imkân verecek durumda olduğu anlaşılmaktadır.

Burada son olarak şu noktayı da belirtelim ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in evi zevcelerinden her birine birer oda isâbet edecek şekilde idi. Üstelik, daha önce başka vesîlelerle de belirttiğimiz üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in çocukları yanında kalmıyorlardı. Zâten Medîne’de iken, sâdece Mısırlı câriyesi, Mâriye (radıyallahu anhâ)’den çocukları olmuştu. O da diğer zevceleri gibi mescidin yanındaki hücrelerden birinde değil, ayrı bir yerde kalıyordu. Nitekim daha önceki bahislerimizde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in süt annesi (radıyallahu anhâ)’nde olan çocuğu için sık sık ziyârete gittiğini de zikretmiştik.

d. SÂBİT UNSURLAR

Evin mutfak, helâ, gusülhâne.. gibi sâbit unsurlarına gelince, bunlardan bir kısmının eskiden beri bütün evlerde mevcut olmasına rağmen, bir kısmının İslâmî kültür ve terbiyenin bir icâbı olarak sonradan ilâve edildiği anlaşılmaktadır ki bu durum, mesken sosyolojisine “meskeni kültürün arz üzerine vurulmuş bir damgası kabûl edip, evdeki her bir inşâî unsurun, içerisinde yaşayanların kültüründe mevcut zevk, inanç ve alışkanlıklarına tekâbül ettiği” fikrini savunanları te’yîd etmektedir. Komşularından biriyle müşterek olan fırın, bâzı kereler -maddî darlık sebebiyle- iki ay boyunca ateş yakılmadığı bildirilen mutfak, umûmiyetle evlerin üst kısmında yer alıp, merdivenle çıkıldığı anlaşılan ve müstakil bir odadan müteşekkil meşrübe, içerisine eşyâ koymak için evin dâhilinde inşâ edilen ve kapısına perde çekilerek örtülen -ki sofa, raf,duvarda eşyâ koymaya mahsus oyuk, ışık ve hava için açılan delik (kevve), evin bir kenarında altına eşyâ koymak için inşâ edilen üzeri örtülü târiflere nazaran bugünkü dîvânı andıran sâbit hücre-, vs. mânâlarına da gelen sehve, büyük odaların içerisinde inşâ edilen, küçük çaptaki dar mahdâ, câhiliye devrinde kocası ölen kadınların mâtem alâmeti olarak bir yıl boyu girdikleri tavanı son derece basık, dar, âdi hıfş gibi câhiliye evlerinde de bulunan unsurlar istisnâ edilirse, helâ, gusûlhane, misâfir odası, namazgâh gibi bâzı kısımlar İslâmî kültürün bir icâbı olarak Müslüman evlerin plânında hemen hemen umûmî bir şekilde yer almıştır. Ahlâk kitaplarında “Binâ husûsundaki sünnetler”meyânında: “Büyük ve küçük, abdest bozmaya mahsûs bir yer (helâ), abdest ve gusül için bir yer (gusülhâne), ziyâfet için bir yer (misâfir odası -ki ziyâfet odası demek daha doğrudur-) zira hadiste vârid oldu ki: “Her şeyin bir zekâtı vardır, evin zekâtı da ziyâfettir.” (…) ifadesine hemen hemen aynı lâfızlarla yer verilmesi, bu plânın umûmîliğini ifâdeye kâfidir.

İslâmî inancın getirdiği mühim unsurları görelim:

HELÂ: Buhârî, Müslim ve diğer sünnet kitaplarında gelen rivayetlerden, İslâm’dan önceki Arap cemiyetinde, evlerde helâ bulunmadığını anlıyoruz, tıpkı yakın zamana kadar Avrupa evlerinde ve hattâ saraylarda bulunmadığı gibi. İhtiyâcı gelenler kazây-ı hâcet için şehir dışına çıkmaktadır. Bidâyette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve zevceleri de aynı geleneğe uymuşlardır. Ancak kadınların gece karanlığından bilistifâde akşamdan akşama Medîne’nin dışında Menâsı’ denen “husûsî yerler”e kazâ’yı hâcet yaptıkları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in de bu maksatla şehir dışına çıkarak “kimsenin göremiyeceği kadar uzaklaştığı” ve hattâ Muğammis denen ve Mekke’ye üçte iki fersâh mesâfede, (Tâif yolu üzerine bulunan) bir yere kadar gittiği rivayetlerde tasrîh edilir. Bu hâl, tesettür âyetinin gelişine kadar devâm etmiş, ancak ondan sonradır ki evlerde helâlar inşâ edilmiştir. Semhûdî’nin kaydettiği bir rivayetten Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin hücresi ile kızı Fatıma (radıyallahu anhâ)’nın hücresi arasındaki boşlukta yer aldığını anlamaktayız.

Dinin bir vecibesi, evlerde hela ilavesiyle inşaat planlarını değiştirmekle kalmamış, helanın yönüne de te’sir etmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’den “Kazâyı hâcet ve bevl sırasında ön ve arkanızı kıbleye çevirmeyin (…)” meâlindeki hadisler Müslüman evlerde helaların istikametine de yön vermiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu kararı verdiği zaman kararını Mekke ahâlisine de duyurmak için Sehl İbnu Hanif’i husûsi elçi olarak yollamıştır. Rivayetler, Mısır’a ve Şam’a gelen Müslümanlar’ın orada yönü kıbleye müteveccih olarak eskiden inşa edilmiş olan helalarda bile imkân nisbetinde bu emre riayet ettiklerini gösteriyor. Alimler bu yasağın kır gibi etrafı açık yerler için varid olduğu, kapalı yerler için olmadığı arka tarafın çevrilebileceği, ön tarafın çevrilemeyeceği, yasağın Kudüs cihetine de (yâni her iki kıbleye de) râci olduğu hususlarında sünnette gelmiş olan muhtelif rivayetlere dayanarak münakaşa etmişlerdir. Bundan başka helâlarda su bulundurmak, suya imkân verecek şekilde inşa etmek gibi hususiyetler, sünnetteki ilgili emirlerden menşelerini almışlardır.

BANYO: Helâdan sonra mühim bir unsur banyodur. Az önce söylediğimiz gibi İslâm’dan önce de varlığı düşünülebilse de İslâmiyet’ten sonra evlerin vazgeçilmez bir unsuru olmalıdır. Hem abdest almak, hem de gusletmek için ihtiyaç vardır. Hastalığı sırasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in leğen içerisinde yıkandığına dâir rivayet olmakla berâber Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’le birlikte guslettiğine ve kendisine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in guslünden soran kardeşine, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın az su ile guslettiğini göstermek niyetiyle, perde gerisinde, bir sa’ su ile yıkandığına dair rivayetler Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin hücresinde gusle mahsus hususi bir mahallin varlığını ifade eder. Nitekim az ilerde, tasvirle ilgili olarak Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’dan rivayet edilen:

“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir seferden dönmüştü. (O’nun) yokluğu esnâsında üzerinde (kanatlı at) timsâller(i) bulunan bir durnûku eve (sehve üzerine) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti. İndirdim. Ben ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir tek kaptan su alarak yıkanıyorduk.”

hadisinde Hz. Aişe’nin perdeden söz ederken hiçbir sebep yokken gusle geçip, ondan söz etmeye başlamasını, Kirmanî rivayette üzerinde perde çekilen mezkûr sehvenin gusülhâne (muğtesel) olabileceği ihtimâli üzerinde durmaktadır. Sehve hakkında ilerde kaydedeceğimiz tasvirler de bu uhtimâli kuvvetlendirmektedir. Bu durumda Hz. Aişe’nin hücresinde gusülhane olduğu hükmüne varılabilir.

Bunu takviye eden diğer bir husus az önce temas ettiğimiz Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hasta iken içerisinde yıkandığı leğenle ilgili: Rivâyette bunun Hz. Hafsa’ya ait olduğu tasrih edilmektedir. Hz. Aişe’ nin odasında bulunan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hasta olması sebebiyle gusülhânede yıkanmıyor, daha kullanışlı olduğu için Hz. Hafsa’nın leğeninde yıkanıyor.

e. DAR EV VE ÇOCUK

Hadiste dünyevi hayatın şekâvet ve huzursuzluklarının baş âmillerinden biri olarak gösterilen fenâ mesken, içerisinde yaşayan her yaştaki sâkinine zararlı olmakla berâber en büyük zararı çocuklara yapmaktadır. Meskenin çocuğun terbiye ve sıhhatli bir gelişme göstermesindeki ehemmiyetini ibrâz sadedinde: “Lojmanda baş yeri çocuk almalıdır. Lojman çocuğun ihtiyaçları nazara alınarak plânlanıp inşâ edilmelidir.” denilmektedir. Günümüz araştırıcıları çocuk ölüm nisbetinin nâmüsâit evlerde müsâit evlere nazaran daha önde olduğunu tesbit etmiştir. Sağ kalanlar içerisinde de çocuk suçları işleyerek mahkemelere, çeşitli ruhî ve bedenî marazlarla hastanelere düşenlerin nisbeti yüksektir.

Bunlardan başka çocuk şahsiyetinin gelişmesinde de bu dar evlerin menfi rolü büyüktür. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in çocuklarla münâsebetini incelerken çocuğa tam bir hürriyet tanımanın esâs olduğunu görmüş, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in çocuklara aşırı sevgi göstermekten başka müdâhaleden de kaçındığını belirtmiş, hele dayağa hiç yer vermediğini misâllerle beyân etmiştik. Halbuki dar meskende, her elinin ulaştığını tedkîk edip karıştırarak merâkını tatmin etme, her an hoplayıp zıplayarak eğlenme, gürültü yapma fıtratında olan çocukların mütemâdî müdâhale, azar, tekdir,te’dip ve dayağa mâruz kalmaları için en iyi ortam hazırlanmış oluyor.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in evinin sâdeliği, Müslümanlar’a sâdeliği tavsiye edip dikkat çekişi, “dünyâya çekici” tezyinâtı istihkâr edişi de çocuk terbiyesi noktasından değerlendirilebilir. Zira, günümüzde olduğu gibi, bu çeşit câzib biblolar, tablolar, rengârenk ve parlak masa ve sehpa örtüleri gibi hep çocukları kendine dâvet eden çeşitli süsleme unsurları çocuklara müdâhale imkânlarını sayıları nisbetinde artırmaktadır. Hele bunlar ellerinin ulaşacağı seviyede, -darlık veya odaların düşüncesizce plânlanmaları sebebiyle de- günlük cevelân sâhasının içerisinde yer alıyorlarsa böyle bir ev, çocuklu bir âile için büyük küçük herkese, gerçekten büyük bir huzursuzluk kaynağı olacaktır. Bu açıdan eski evlerimizi takdir etmemek elden gelmiyor. Bugünkü, üzerlerindeki tezyin unsurlarıyla çocukları kendine çeken, her an kırılıp dökülmeye hazır koltuk ve sehpâlara bedel, her bakımdan emniyetli, çocuk ölçüleriyle de mütenâsib kanapeler minderler, çocukların ulaşamayaağı seviyede (raflarda duvarlarda) yer alan tezyin unsurları, onların terbiyesinde, anne-babaya âdetâ yardımcı durumundadırlar. Geniş ve iyi plânlanmış meskenler, bu yeni şartların zararlarını asgarî bir nisbete indirebilirse de dar evlerde -ki günümüzde iktisâdî ve içtimâî sebeplerle çoğunluğu teşkil etmektedirler- mümkün değilir.

Darlığın çocuğun ruhî inkişâf ve terbiyesiyle olan menfi ilgisini araştırıcılardan dinleyelim: “Bir evde oda başına düşen ferd sayısı 2’den 2,5’a yükselirse (3) çocuk çabuk sinirlenen, kırıp dökmeyi huy edinen bir tip olur.” Bu ifâde bir başka ekibin: “Evin genişliği, adam başına ortalama sekiz-on metrekareden daha az bir yer isâbet edecek şekilde dar olursa, ebeveynle çocuklar arasındaki münâsebetler son derece gergin olur, ebeveyn çocuklara bağırıp çağırmaktan kendilerini alamazlar.” hükmüne tevafuk etmektedir. Bu araştırmalardan bahsederken şunu belirtmek gerekir ki kalabalık ve dar meskenlerde çocuk, davranış bozuklukları göstermek tehlikesiyle başbaşadır. Sonunda genç çocuğun rûhî gelişmesi önlenmiş olur ve böylece ortaya çıkan gecikme, şartlar değişmedikçe bir daha telâfi de edilemez. Çocukta meydana gelen “bir kısım ruhî bozuklukların, çocuğun anne baba ile aynı odada yatıp kalkmasından” ileri geldiği artık bilinen bir husustur.

Fenâ meskenlerin hâsıl ettiği problemler, şüphesiz sadece içinde oturanlara münhasır kalmamakta, cemiyete de sirâyet ederek çok yönlü menfi neticeler, içtimâî huzursuzluklar doğurmaktadır. Bu hususta da şu pasajı gözden geçirelim:

Fenâ Meskenlerin İçtimâî ve İktisâdî Neticeleri ve Bunları Telâfî Etmek İçin Gösterilen Gayretler:

“Bu seriye giren hadiseler, beşerî ve ahlâkî planda tecâhülü imkânsız, insanı isyâna sevkeden vahim bir durumu gözler önüne sermektedir. Fenâ mesken, bir yandan esas sebebini teşkil eden içtimâî eşitsizlikleri takviye edip artırırken diğer yandan da ferd ve âilelerin bozulmalarının yegâne sebebi olmaktadır.(…)”

“Fena meskenler, gruplar teşkil edecek şekilde bir arada bulundukları zaman, cemiyetin dışında kalan fertlerin bir araya gelmesine imkân hazırlayan yuvalar ortaya çıkmış olur. Böylece fertlerin tekrâr düzeltilmeleri iyice zorlaşır. Diğer taraftan, iktisâdî imkânsızlıklar sebebiyle başka yerde yerleşmeycek olan âileler de bozulmaya yüz tutacaklar. Bu durum, sâdece vahim ruhî netcelere müncer olmakla kalmıyor, aynı zamanda devlet için de çok pahalıya mal oluyor. Hattâ gecekondunun bir “lüks maddesi” olduğu söylenmiştir. İçtimâî Muâvenet Dâiresi gecekondularda oturan muhtelif âilelere hastalık ve hastaneye kaldırılmaları için yapılan masrafları rakamlara vurmayı denedi. Devletin karşıladığı yük, gerçekten ağır (…) Bâzan o kadar ağır ki, âile için mükemmel dayalı döşeli bir mesken inşâsı daha ucuza çıkıyor. Bu değerlendirmede ne komşulara da bulaştırma tehlikesi, ne hastalık sebebiyle kişinin kaybedeceği iş verimi, ne de âilenin çekeceği ızdırâb ve bozulmalar hesâba katılmamıştır.

Meselâ ABD’de Cleveland şehrinin gecekondu mahalleri ağır bir yüktür. Orada şehir halkının sâdece onda biri oturduğu hâlde, şehirdeki mevcut polis, itfâiye ve içtimâî muâvenet hizmetlerinin % 26’sı, bütün şehir sâkinleri için yapılan masrafların da % 36’sı onlara gitmektedir. Bu nisbet bir çok Amerikan şehirlerinde mevcuttur.”

Son araştırmalarla, mesken darlığının bilhassa çocuk için bir yıkım olduğunu anlayan batılılar, iktisâdî imkânlarına paralel olarak, mesken telakkilerini değiştirerek ferd başına bir odayı esâs alma görüşüne ulaşmışlardır. Le Monde Gazetesi’nin bir haberinden Fransa’da 1976 yılı içerisinde, sırf günlük vaktinin mühim bir kısmı mutfakta geçen anneyle bu esnâda, çocukların münâsebetlerini en iyi bir tarzda tanzim etmek gâyesiyle, bundan böyle inşâ edilecek meskenlerde mutfakların en az 12 m2 olması için kanûnî mecburiyet koyma cihetinde prensip kararına varıldığını öğreniyoruz.

Çocukların ihtiyacı nazar-ı itibâra alınarak kanunlaştırılan diğer bir husus, lojman dışı genişlikle ilgili. İslâmî meskenin plânını incelerken “hanenin müştemilâtından” olarak telakki edildiğini belirttiğimiz avlu unsurunun, modern “blok inşaatları” dediğimiz toplu meskenlerde ortadan kalkmasının husûle getirdiği boşluk ve ızdırapları telâfi etmeyi, -hiç olmazsa azaltmayı-, hedef edinen bu tedbire göre Fransa’da -şimdilik resmî- blok inşaatlarında lojman başına asgarî 0, 75-1,000 m2’lik bir boş sâha bırakılacaktır.

Bu tedbirlere ehemmiyet veren Fransa’da doğum nisbetinin düşüklüğü sebebiyle çocuk sayısının son derece az olması bir yana, kış mevsiminin oldukça mûtedil ve nisbeten kısa geçtiğini, her şehirde mahalle aralarında sık sık irili ufaklı parklar, çocuk bahçeleri vs. olduğunu, çocuklar için ayrıca ana okulları, kreşler bulunduğunu, kaldırımların oldukça geniş olduğunu vs. nazara alırsak, yurdumuzda bu tedbirleri daha da çoğaltmaya, çocuk sayısı, kış süresi ve diğer bir kısım imkânsızlıklara muvâzî olarak değişik rakamlara yer vermeye mecbur olduğumuzu anlarız. İstanbul’un bahçelerden mahrûm edilmiş, parlaklardan yoksun, kaldırımları -bazân hiç yok denecek kadar- dar, nüfusça kalabalık yerlerinde çocuklar ömürlerinin baharını yaşamaktan çok uzaktalar. Bu tâlihsizlerin sağlıklı bir gelişim göstermeleri, tesâdüfe kalmış gibidir.

Bu fecî durumu bütün büyük şehirlere teşmîl etmek gerekir. Hele Erzurum gibi, iklim icâbı sekiz ay içeride kalmak zorunda olan çocukların durumu yeni inşaatlarda behemahal nazara alınmalıdır.

f. MEFRUŞAT

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in evinde yer alan malzeme ile de ilgili bâzı rivayetler mevcuttur. Bunlar tezyin işinde olduğu gibi tefriş işinde de sâdeliğin esas olduğunu göstermektedir. Hz. Ömer (ra) ilâ hâdisesiyle ilgili ziyâretinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in evini gözleriyle tetkik ettiğini belirttikten sonra bize çok kıymetli bir tasvir sunar. Anlattıklarına göre bu ziyârette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in başını dayadığı, içerisi lifle doldurulmuş bir yastık, vücudunun ancak bir kısmına kifâyet eden hurma yaprağından örülmüş bir hasır (hasefe), tepesinin üzerinde asılı duran işlenmemiş bir kaç (üç adet) deri ve bir miktar da, deri işlemede kullanılan ağaç yaprağından görür. Hasırın örgülerinin, Hz. Peygamber (asm)’in vücûdunun açık yerlerinde izler yapmış olduğunu gören Hz. Ömer (radıyallahu anh) manzaradan müteessir olarak ağlamaya başlar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) niçin ağladığını sorunca:

“Nasıl ağlamayayım, şu hasır vücudunda izler bırakmış, odada ise görülenlerden başka bir şey yok. Şu Kisrâ ve Kayser nehirler, meyveler içerisinde (altın tahtlar, ipek ve atlas yataklar üzerinde) olsunlar, sen ise Allah’ın Resûlü (ol da böyle yokluk çek) sana da yatak yapsak olmaz mı?”der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in (bir rivayetteki) cevâbı aynen şöyle:

“Benim dünyâ ile ne alâkam var, ben dünyâda kendimi bir ağacın altında gölgelenip, sonra bırakıp giden yolcu gibi görüyorum.”

Böylece Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) nezdinde sâdeliğin bir esâs olduğunu belirttikten sona bazı ana malzemeden bahsedebiliriz.

SERGİ: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in evinde sergi olarak umumiyetle, yukarıda da sözü geçtiği gibi, hurma yaprağından örülmüş hasır zikredilir. Daha önce de temâs edildiği üzere gündüzleri alta yayılan bu hasır, geceleri de evi bölmek için perde olarak kullanılmaktadır.

Halı Araplarca bilinmekle berâber Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in ve umumiyetle Müslümanların kullanmadığı anlaşılıyor. Hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kullanmadığı için Ashâb’dan bunun kerâhetine zâhip olanlar da çıkmıştır. Ancak şu rivayet bunun kullanılmayışının maddî darlık sebebiyle olduğunu ve hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in halıya cevâz da verdiğini göstermektedir: Hz. Câbir anlatıyor: “Evlendiğim zaman Hz. Peygamber bana: “Halılar da te’mîn ettin mi?”dedi. Ben de: “Halıyla da ne alâkamız var?” dedim. Bunun üzerine: “Fakat bil ki yakın bir gelecekte halılar da olacak.” buyurdu.

Buradaki cevâzın daha ziyâde yere serilen halılara olduğu, sırf tezyin kasdıyla duvara halı vs. asmanın hoş karşılanmadığı belirtilmektedir. Müslim’in tahricinde, kapının üzerine halı asan Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’ye Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın “Allah taş ve toprağa elbise giymeyi emretmemiştir.” diyerek indirttiğini görmekteyiz.

Buhârî’nin bir tahricinde, İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) tarafından dâvet edilen Ebû Eyyûb (radıyallahu anh) da duvarın bir örtü ile kaplanmış olduğunu görünce (duraklar). İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) “Bu meselede kadınlar bize galebe çaldı (söz dinletemedik).” der. Ebû Eyyûb (radıyallahu anh): “Başkasın(ın evde böyle bir münkere yer vereceğin)den korksam da senden korkmazdım.” der ve geri döner.

İbnu Hacer, başka rivayetlere dayanarak, bu dâvetin İbnu Ömer’in oğlu Sâlim’in düğünü vesilesiyle yapıldığını belirtir. Abdullah İbnu Yezîd de dâvet edildiği yerde tezyin için duvara örtü çekildiğini görünce girmez, oturup ağlar. Sebebi sorulunca: “Nasıl ağlamıyayım” der ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in “(…) Dünya size galebe çalacak (…) siz bir elbiseyle evden çıkıp, bir başka elbiseyle geri döneceksiniz, evlerinizi de Kâbe’yi örter gibi örteceksiniz.” (…) dediğini duymuştum.” der.

Hülâsa bu konuda muhtelif rivayetleri veren İbnu Hacer duvara halı vs. çekmenin hükmü hususunda “İhtilâf-ı kadim” var dedikten sonra cumhur-u Şâfiiyyenin, kerâhetine hükmettiğini belirtir. Hanefiler de bu çeşit tezyinâtta mübâlağayı tavsiye etmezler.

KARYOLA: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in ev malzemelerinden biri de bir karyoladır (serîr). Rivâyetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in torunu Hasan’ın oynamakta olduğu bir köpek yavrusunun zaman zaman bunun altına girdiğini ve hatta orada öldüğünü belirtirler. Yerine göre leğen, evrak gibi bâzı eşyaların konduğu, küçük hayvanların girebildiği bu karyolanın altı boştur.

Süheylî bu karyola hakkında şu bilgiyi verir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın karyolası lifle çatılmış tahtalardan (mâmûl) dü. Benû Ümeyye zamanında satıldı. Bir adam bunu 4.000 dirheme satın aldı.

Ebû Rifâ’a’ (radıyallahu anh)’nın rivayetinden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in ayakları demirden olan bir sandalyesi olduğunu, Hz. Ali (radıyallahu anh)’nin rivayetinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in kızı Fâtıma’nın el değirmeni kullanmaktan ellerinin yara ve nasır bağladığını öğreniyoruz.

YATAK: Evde zarûri olandan fazla yatak bulundurmayı yasaklamış bulunan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in kendisinin tek yatağı olduğu, bunun da kılıfının deri, içerisinin ise hurma lifleriyle doldurulmuş bulunduğu belirtilir. Yastığı için de aynı tavsifde bulunulmuştur. Bu hâliyle bir hayli sert olduğu söylenebilen bu yatak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hayat karşısındaki sâdelik ve zühdünü ifâde etmektedir.

Çocukların yatağı hususunda terbiye kitaplarında “sert olması” için yapılan tavsiyeler bu tavsiflerden alınmadı ise hükemâ ve etibbânın sözlerinden alınmış olabilir. Zira bu konuda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e nisbet edilen herhangi bir rivayete rastlamadık.

PERDE: Bilhassa tesettür vâsıtası olması hasebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hücrelerinde yaygın bir şekilde perde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Buhârî’de geçen”odasının perdesini açtı” cümlesinde kullanılan “es-Sicfu” isminin boydan boya ortadan bölünmüş perdeye ıtlak edildiğine bakılırsa Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in penceresinde (daha kullanışlı olan) iki kanatlı perde kullanmış olabileceğine hükmedilebilir.

LEGEN: Bâzı rivayetler, “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in, evde hurma kütüğünden bir leğen bulundurduğunu, geceleyin bunu kullanıp karyolasının altına koyduğunu” haber verir. Bâzı âlimler “Evde bevli bekletmeyin, zira melâike, bekletilmiş bevl olan eve girmez”, “Evde leğen içerisinde bevl bekletilmesin (…)” gibi hadislere dayanarak bu iki hadisin teâruzundan bahsetmişse de Suyutî’nin belirttiği üzere yasaktan maksad uzun süre bekletme olabilir. Kaldı ki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hastalığı sırasında (küçük abdest bozmak için) leğen istediğine ve yine hasta iken leğen içerisinde guslettiğine dâir rivayetler gelmiştir. Şu hâlde eve seyyâliyet kazandıran bir unsur olarak leğen, diğer ev eşyâları arasında mühim bir yer işgal etmiş olmalıdır.

KANDİL: Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’den gelen, gece namazıyla ilgili bir rivayette geçen: “O sırada evlerde lâmba (mesabih) yoktu.” cümlesinden anlaşıldığına göre bidâyette lamba Medine’de kullanılmamaktadır. Zâten diğer bâzı rivayetler, bunun ilk defâ Hristiyânlıktan mühtedî Temîmu’d-Dârî tarafından getirildiğini bildirmektedir. Her hâl u kârda kandil Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında evlere girmiş olmalıdır. Zîra Buhârî’nin el-Edebü’l-Müfred’de yaptığı bir tahricten anlıyoruz ki yanık bırakılan kandilin fitilini bir fâre alıp tavana götürdüğünü, geceleyin uyanmış olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) görür ve muhtemel bir yangının önüne geçer. Hâkim’in tahricinde, bu fitilin fâre tarafından geri getirilip, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in yanına bırakıldığı, dirhem büyüklüğünde bir yerin yanmasına sebep olduğu sarâhatına rastlarız. Muhtemelen bu hadiseden sonra olacak ki yatarken kandillerin söndürülmesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sıkı sıkıya tavsiye etmiştir.

g. MAHREMİYET

Evde aranan diğer bir fonksiyon, içinde yaşayanlara mahremiyet imkânlarını sağlamasıdır. Sünnet bu husûsa da ehemmiyet vermiştir. Sünnet açısından ev, sâdece soğuğa sıcağa karşı bir ilticâ yeri değil, aynı zamanda insanda fitrî olan mahremiyeti sağlama yeridir. Bu sebeple eve “haram” denmiş ve buraya sâhibinin izni olmadan girilmesi yasaklanmıştır.

Sünnetin beyânlarına göre mahremiyeti ihlâl sâdece “girmek” fiiliyle tahakkuk etmez, “bakmak”la da vukûa gelir. Bu sebeple, “Hiç kimse izin almaksızın başkasının evinin içine bakmasın, kim izinsiz bakarsa aynen girmiş gibidir.” denir ve bu fiil, “helâl olmayan fiiller” meyânında zikredilir.

“İzin istemek” (isti’zân) göz sebebiyle vaz edilmiş olduğu gibi izin henüz tahakkuk etmeden gözün içeriye kaymamasına dikkat etmek gerekecektir. Bu sebeple kapıyı çalarken, kapıya yüzünü dönerek değil, yan dönerek durmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in de böyle hareket ettiği belirtilir. “Kim, bir başkasının evine ıttılâ peydâ ederken gözü çıkarılır da diyet için mürâcaat etmeye kalkarsa, bilsin ki hiçbir hak talep etmeye hakkı yoktur.” hükmü bu meselenin ciddiyet ve ehemmiyetini teyid eder.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendi evine pencereden izinsiz bakmış olan bir adama elinde tarağı göstererek: “Bilseydim ki içeri bakıyordun, şu tarağı gözüne sokardım.” der. İbnu Abbâs (radıyallahu anh)’ın bildirdiğine göre Hakem İbnu Ebî’l-Âsî (radıyallahu anh)’yi içeriye bakarken tesbit eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) “Ben sağ olduğum müddetçe Medine’de oturmayacaksın.” diyerek Tâif’e sürer.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in: “Bir kimse kapısı açık bırakılmış (veya giriş kısmında perde olmayan) bir eve uğrar da (içeriye bakarsa kabahat onda değil, ev sâhibindedir.” sözü, mahremiyeti bozmama husûsunda sâdece yoldan geçenin veya eve uğrayan ziyâretçinin değil herkesin, bütün ev sâhiplerinin dikkat etmesi gerektiğini ifâde etmektedir. Her âile dışarıya karşı mahremiyetin te’mini için gerekli tedbiri almalı, bunu te’min vasıtası olan perde, kapı vs.ye dikkat etmelidir. Aksi takdirde mahremiyetin ihlâli vak’asından “ev sâhibi kabahatlidir.”

Bu hadis Müslümanlar’ı, evlerin plânlanmasında mahremiyyet unsurlarının yerleştirilmesine itinâya dâvet etmektedir. Kapılar ve pencereler bu maksada en uygun şekilde yerleştirilmelidir. Umûmiyetle giriş kapılarının arkasında yer alan aralık (antre) kısmı bu maksatla ihdâs edilmiş olabilir. Şu hâlde bâzı yeni plânlamalarda bunun ihmâli, bir eksiklik olarak değerlenirilmelidir.

DÂHİLÎ MAHREMİYET

Meskenin şâmil olması gereken muhtemel plânını incelerken de belirttiğimiz üzere, plâna, sâdece âile dışındakilere karşı duyulan mahremiyet değil, “zevce ve sağ elin sâhip olduğu (yâni cariye) dışında kalan” bütün âile efradına karşı korunması emredilen mahremiyyet de te’sîr etmektedir. Hz. Câbir’den: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)”Kişi çocuğundan -ne kadar yaşlı da olsa- annesinden, erkek kardeşlerinden, kız kardeşlerinden ve babasından izin almalıdır.” dediği rivayet edildiğine göre, bunlarla berâber yaşandığı takdirde, bu fertlerden her birinin birbirlerine -en az Kur’ân’ın belirttiği üç vakitte- isti’zânla gidip gelecekleri şekilde yerleştirilmeleri gerekecektir.

Yukarıdaki hadisi “Burada zikredilen fertlerin ayrı ayrı evlerde yaşamaları hâline râcidir” diye yapılabilecek muhtemel bir itirazı şu hadisle cevaplandırabiliriz: “Atâ’ İbnu Yesâr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e bir adam gelerek sordu: “Yâ Resûlallah annemin yanına girerken izin isteyeyim mi?” “Evet” cevâbını verince adam tekrâr: “Eğer ben evde onunla berabersem?” Hz. Peygamber: “İzin iste” dedi. Adam itirazla: “Ben ona hizmet etmekteyim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah: “(Öfkeyle) “Annenden izin iste, onu üryân olarak görmekten hoşlanır mısın?” dedi. Adam: “Hayır” deyince: “Öyle ise (her seferinde yanına girerken) annenden izin iste.” buyurdu.”

Bilhassa bu son rivayette, hayâtının büyük bir kısmını geçirdiği evinde fertlerin, gönlünce ve kılık kıyâfet bakımından da oldukça serbest olabilmesi için behemahal müsâit, müstakil bir odaya muhtâç olduğu ifâde edilmektedir.

Müslüman âile geçici darlıklar müstesnâ, devâmlı dar yerlerde kalmamalıdır. Büluğ sahasını aşan -ve hattâ bülûğa yaklaşan- âile ferdleri, anne baba dâhil, müstakil birer odaya sâhip olmalıdır, sünnetin ulaşılmasını istediği ideal mesken tipi budur.

Burada bir kere daha tekrâr edelim ki günümüz sosyologları dar meskenin zararları üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Bunlar çok yönlü olarak mahzurludurlar. Ezcümle, dar meskenlerde ve bunların bir araya gelmesiyle teşkil edilen muhitlerde, zamanla, cemiyette hâkim bir kısım değer öçlülerinin kaybolduğu, bunların yerine, cemiyete ters düşen yeni değerlerin çıktığı, binnetice telâkki ve davranışların da değişerek, yeni davranışların ortaya çıktığı tesbit edilmiştir. Bu sebeple gecekondu diye ifâde edilen dar ve nâmusâid yerlerde kalanlar sosyal yönden “anormaller” olarak kabûl edilmekte ve “cemiyetin kayıpları” nazarıyla bakılmaktadır. Araştırmalar, uzun müddet böyle dar yerlerde kalanların, müsâid meskenlere geçtikleri zaman, buralara intibâk edemedikleri, yeni ve normal hayat şartlarına intibâk edebilmeleri için “bunların, her seferinde, tâkip edilmeleri” ve “yeniden terbiyeden geçirilmeleri” gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu meseleye ciddiyetle eğilen Hollanda, Belçika, İngiltere, ABD, Fransa gibi ileri memleketlerde “bu, sosyal yönden bozulmuşlar”a normal ev verilmezden önce, “yeniden terbiye edilerek” cemiyete kazandırılmak düşüncesiyle, husûsi sûrette inşâ edilmiş mutavassıt lojmanlarda belli bir müddet (10-12 ay civârında) oturmaya icbâr edilmişlerdir.

Batı Medeniyeti’nin Zevâli (Le Declin de l’Occident) adlı eseriyle ün yapan Spengler’in ifâdesinde, medeniyetlerin çöküş sebebi olarak gösterilen “Medenînin kısırlığı (la stérilité du civilisé)” bir başka deyişle doğum azalması, sosyologlarca geniş ölçüde mesken şartlarına bağlanmış olması da bize enterasan gelmektedir. Muhtelif araştırmalardan: “Çok dar ve gayr-i müsâid meskenlerde, davranışlarda her çeşit kontrolun kaybolmaya yüz tutması sonucu doğumun, fizyolojik bir hâl alarak arttığı, müsâid meskenlerde oturan âilelerde tabiî bir şekilde arttığı, bu ikisi arasında kalan nâmüsâid evlerde ise azalmaya yüz tuttuğu” sonucunun çıkarıldığı belirtilmiştir.

h. TEZYİN (DEKOR)

Sünnette üzerinde titizlikle durulmuş olan diğer bir husus, içerisinde ikamet edilen meskenin dekorudur. Ev içerisinde yer alan her bir eşya ve eşyada tezâhür eden telkin unsurları üzerinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hassâsiyet göstermiştir. Gerek kendi evinde gerekse Ashâb’ın evlerinde İslâm kültürüne muhalif düşen ve başka kültürleri temsil eden unsurların ve şekillerin varlığına muttali olunca ya sözle, ya fiille, yâhut da ahvâliyle istikrâhını bildirerek müdâhale etmiştir.

Buhârî’nin Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’den yaptığı bir tahricte, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in evde, üzerinde haç bulunan her eşyanın haçını mutlaka bozduğu bildirilmektedir.

Yasak sâdece haç şekillerini ihtivâ eden eşyâlara münhasır kalmayıp Allah’ı, yaratma fiilinde taklid manası taşıyan tasvirlere de şamil kılınmıştır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu mânâyı taşıyan tasvirlerin evde bulunma yasağını:

“Tasvirin olduğu yere melek girmez.”
“En büyük azâba maruz kalacak kimseler musavvirlerdir.”
“Dünyada suret yapana kıyamet günü “haydi, yaptığına ruh üfle” denecek ve üfleyemeyecek.”

gibi şiddet ifade eden çeşitli tâbirlerle dile getirmiştir. (4) Bu husûsla ilgili rivayetlerden birinde Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) şöyle bir vak’a anlatır: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir seferden dönmüştü. (Onun yokluğu esnâsında) üzerinde (kanatlı at) timsaller(i) bulunan bir durnûku (eve) asmıştım. Bana onu indirmemi emretti, indirdim (…)” Hadisin bir başka vechinde “üzerinde timsaller bulunan bir kıramımı, sehve (denen duvardaki hücrenin) üzerine örtmüştüm. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onu görünce çıkardı ve: “Kıyâmet günü azâbın en şiddetlisine dûçar olacak kimseler Allah’ın yarattıklarını taklid edenlerdir.” dedi. Ben de ondan bir veya iki yastık yaptım. Bir başka vechinde: “İki nümruka (minder) yaptım, bunlar evdeydi ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) üzerine oturuyordu.” der.

Bu hadise müsteniden alimlerin, gölgesi olmayan tasvirlerin, üzerine oturmak, basmak gibi hakir durumlarda kullanılan halı, döşek vs. eşyâ üzerinde bulunmasına cevaz verdiği belirtilir. Nevevî bu görüşün Sahâbe ve Tâbiine mensub Cumhur-u ulemânın görüşü olduğunu belirttikten sonra bu meyânda Sevrî, Mâlik, Ebû Hanîfe ve Şâfiî’nin ismini zikreder. Nesâî’nin bir tahricinde Hz. Peygamber’in yanına girmek için gelmiş olan Cibril girmez ve: “Nasıl gireyim, evinde tavsirler ihtivâ eden bir örtü var. Ya suretlerin başını kopar, ya örtüyü üzerine basılan bir sergi yap. Biz melekler tasvirin bulunduğu bir eve girmeyiz.” der.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Abdullâh İbnu Ömer (radıyallahu anh)’in rivayetinde ziyâret için gelmiş olduğu, Sefine Ebû Abdirrahmân’ın rivayetinde de berâber yemek için vâki dâvet üzerine gelmiş olduğu kızı Fâtıma (radıyallahu anhâ)’nın evine, kapıya asılmış olan nakışlarla süslü perde sebebiyle girmeden geri döner.

Abdurrezzâk’ın bir tahricinde de yemeğe dâvet edildiği eve geldiği vakit, çeşitli renklerle tezyin edilmiş olduğunu görür, kapıda durup renkleri saydıktan sonra “Keşke tek renk olsaydı” diyerek girmeksizin geri döner. Aşağıdaki misallerin de te’yid edeceği üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu davranışla evin tezyininde sadeliğin esas olmasını irşâd buyurmuştur.

İlim adamları bu rivayetlerden “İçerisinde muharremât bulunan eve girmek ve dâvete icâbet etmek için önce izâlesine çalışılır, muktedir olunmazsa girilmez, icâbet edilmez.” hükmünü vermişlerdir. Ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in son misalde “keşke tek renk olsaydı” dediği, birinci misâlde de geri dönüş sebebini soran Hz. Ali (ra)’e “Dünya benim neyime, nakış benim neyime?” cevabını verdiği, kezâ yukarıda zikrettiğimiz tasvirli perde vs. kaldırması için Hz. Aişe (ra)’ye verdiği emirle ilgili hadisin bâzı vecihlerinde: “Zira bu bana dünyayı hatırlatıyor.”, “Zira üzerindeki tasvirler namaz esnasında dikkatimi dağıtıyor.”, “Zira eve her girişimde bunu görüyorum, dünyâyı hatırlıyorum.” vs. dediği tasrih edilmektedir ki bunlar Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in yeni tebliğ etmiş olduğu bir dinin tam yerleşmesine engel teşkil edebilecek sebepler hususunda titizliğinin derecesini göstermektedir.

O, istiyordu ki insanlar bütün himmetleriyle Kur’ân’a yönelsin, onun hakikatlarını anlamaya, yaşamaya çalışsın. Hattâ bu sebeple kendisinden Kur’ân dışında bir şey yazmayı da yasaklamış, bir nevi câhiliye prestişlerinden biri olan kabir ziyaretlerini de menetmişti. Diğer taraftan “İnsanların kalbi Allah’ın iki parmağı arasındadır, istediği gibi oynatır.” cümlesinde ifâde ettiği beşer tabiatındaki istikrarsızlık sebebiyle iman ve amellerine rağmen müşrikliğe ait hâtıralar sebebiyle eski sapıklıklarının tekrâr şu veya bu şekilde tezâhüründen korkmakta idi. Bu sebeple, o hususlarda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) titizliği ileri götürmüş, açık kapı bırakmak istememiştir. Halkın esprisini nazara alışını gösteren en mânidâr misallerden biri Hz. Aişe (ra)’ye, cahiliye devrinde yanlış temele oturtulmuş olan Kâbe’yi, yeniden aslî temeli üzere kurmaya teşebbüs etmeyişinin sebebini izah sadedinde söylediği şu cümledir: “Kavmin Câhiliye devrine yakındır. Bu sebeple, (yapacağım tâdilâtın) kalplerinde nefret uyandıracağından korkuyorum…”

Şu hâlde “Câhiliye devrine yakın” olan insalığın hâlet-i rûhiyelerini nazarı itibara alan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), o devre âit şirklere alâmet olan her şeye karşı amansız bir mücâdele açmıştır. Bu, put olabilir, putların tasviri olabilir, o devreye âit bir yemin tarzı, selâmlaşma şekli vs. olabilir, hepsi yasaklanmıştır.

Tasvirle ilgili yasakları, şârihlerin: “Kendisine ibâdet edilen zîruhların hürmet ifade eden tarzda konması haramdır, ayak altına atılması mübahtır.” diye formüle etmesi, sünnette gelen yasağın terbiyevî yönünü ifâde eder. Bu yasaktan ağaç tasvirleri istisnâ edilmiştir. Ancak Arapların o devirde takdis ettikleri ağaçları Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in yıktırdığını, rivayetler haber verir.

Evlerin Kontrolü

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in Medine’yi baştan ayağa kontrol ettirerek “putları kırdırdığı, yüksek kabirleri düzlettiği, tasvirleri de iptal ettirdiği”ne dair rivayetler bu husustaki titizliğinin ne dereceyi bulduğunu gösterir. Bu rivayetlerden bâzılarında bu maksatla gönderilen “Ensâr’dan bir adamın”: “Yâ Resûlallâh, ben kavmimin evlerine girmek istemiyorum” diye itirazı -ve bunun üzerine Hz. Ali’nin gönderilmesi- devletin, bu hususla ilgili olarak koyduğu yasağın uygulanmasını tâkip için evleri kontrolden bile geçirdiğini göstermektedir.

Söylediklerimizi hülâsa etmek gerekirse, evin dekor ve tezyininde yer alan tezyin unsurları aynı zamanda bir telkin vâsıtası kabul edilmektedir. Müslümanın hayat görüşüne ters düşen unsurların yer almaması gerekmektedir.

Son olarak şunu da kaydedelim: Dehlevî’ye göre duvar ve elbisenin resimlenmesi iki sebepten yasaktır: 1. Fuzûlî isrâf ve iftihârı önlemek,
2. Putperestlik kapısını açmamak.

İ. MÂNEVÎ HAVA

Çocuğun terbiyesinden birinci derecede baba ve sonra anne mes’ul olması hasebiyle evin başlıca fonksiyonlarından biri, çocuğun mânevî ve ruhî terbiyesinde de en önde yer almaktır. Bu sebeple daha yapılışı sırasında onun maddî mânevî kirlerden temiz olması istenmekte ve: “Binâlarınıza haram taş koymaktan sakının. Zîra bu harap olmanın esâsı (temel sebebi)dir.” denmektedir. Bu meâlde olarak Vehb İbnu Münebbih’in “Tevratta okudum” kaydıyla yaptığı rivayette de: “Zayıfların gücü ile (zorla) yapılan binanın âkibeti harap olmaktır, haram yolla kazanılan malın âkibeti de fakra düşmektir.” denir ki bu çeşit nasihatlara ahlâk kitaplarımızın ilgili bahislerinde rastlanır.

Şüphesiz evi helâl kazançla inşa etmekle (veya helâl kazançtan kirasını ödemekle) mesele bitmiş olmuyor. Evin iyi bir terbiye yuvası olabilmesi için her çeşit menhiyâttan sakınılması, farz ve vâcibâtın yerine getirilmesi, bir başka deyişle İslâm’ın fiilen yaşanması gerekmektedir. Bu sebeple yasak olan oyun âletleri, ipekten mâmul döşek (halı, yastık, perde vs.) altın ve gümüşten mâmul kap kacak vs.nin evde bulundurulması yasaklanmıştır.

Diğer mühim bir husus, evin sadece yatma, yeme, istirahat veya emniyet yeri olarak düşünülmemesi, veya fiilen öyle bir havanın hakim kılınmamasıdır. Bunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Evlerinizi kabirlere çevirmeyin.” sözüyle ifade eder. Evleri kabir olmaktan kurtaracak şey, evlerde yapılacak ibadet ve zikirlerdir. Kur’an okumak, namaz kılmak, tefekkür ve nefsî murâkebede bulunmak gibi. Bu sebeple:

“Evlerinizi kabirlere çevirmeyin, Kur’ân okuyun, Kur’ân okunan eve şeytan girmez.”
“Kişi evinde Kur’ân okursa ev, ehline karşı genişler ve melekler de orada hazır olur, şeytanlar kaçar, hayır artar. Kur’ân okunmayan eve gelince, o, sâhibine daralır, melekler orayı terkeder, şeytanlar istilâ eder, hayır da azalır.”
“Nâfile namazlarınızı evlerinizde kılın, onları kabirlere çevirmeyin.”
“Kişinin evindeki namazı nûrdur, öyle ise evlerinizi (namazla) nurlandırın.”
“Mescitte namazınızı edâ edince eviniz için de bir nasib ayırın, zira Allah bu namazdan dolayı eve (hususi) bir hayır yapar.”
“Farzdan sonra en hayırlı namazınız evlerinizde kıldığınız namazdır.”

vs. mânevî tevâtüre ulaşan pek çok târiklerle gelen rivayetle, kişinin behemahal evinde namaz kılmasını emretmektedir.

Hattâ bâzı rivayetlerde bu teşviklerin bir neticesi olarak evlerde hususî namazgâhlar (mescidler) ittihâz edildiği anlaşılmaktadır. Buhârî’nin bir rivayetinden daha Mekke devresinde iken buna başlandığını ve (belki de ilk defâ olarak) Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh)’in evinin avlusunda, bir köşede bir mescit ittihâz ettiğini görmekteyiz.Medine’de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e çeşitli mâzeretlerle mürâcaat edip evlerinde mescit ittihaz etmek için müsâade talep ettiklerine rastlıyoruz. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) arzu üzerine evlere gidip “mescit yapmak istedikleri yerde” namaz kıldırmak suretiyle bu talepleri yerinde ve normal bulduğunu göstermiştir. İbnu Mes’ud (radıyallahu anh)’dan gelen uzun bir rivayetin son kısmı “mescid”in hususî bir hücre olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Hadiste İbnu Mes’ud (radıyallahu anh) fitne ânında ne yapması gerektiğini sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Dârına (kabilesinin, akrabalarının kaldığı yer) gir.” der. İbnu Mes’ud: “Oraya da gelirse?” der. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Beytine (âilesiyle kaldığı ev) gir.” der. İbnu Mes’ud tekrar sorar: “Oraya da gelirse?” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in cevabı şu olur: “O vakit mescidine gir (…).” Kezâ bir başka rivayette de Zeyneb bintu Cahş (radıyallahu anhâ)’ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’le evlenmezden önce evindeki “mescid”den bahsedilmektedir.

Hülâsa evlerde husûsî mescidler ittihâzı için vâki teşvikten sonra, daha Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde, bir kısım Müslümanlar meskenlerinde buna yer vermişler, âlimler de bunu tecviz etmiştir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in evlerden menhiyyâtın kaldırılması, Kur’ân okunması, namaz kılınması, hattâ mescidler ittihâz edilmes gibi dinin evde yaşanmasına müteallik ısrarlı tavsiyeleri, bir bakıma, evde yeni yetişmekte olan çocukların terbiyeleri içindir. Zira, böylece onlar, büyüklerinden dini meseleleri kulaklarıyla işitmiş, gözleriyle görmüş, halleriyle de yaşamış olacaklardır.

J. MESKEN SİYÂSETİ

Evle ilgili rivayetler bize, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından vaz edilen ve müteakip halifelerce titizlikle tâkip edilen bir “mesken siyâseti”nin varlığını göstermektedir. Bir başka deyişle meskenin kültürle olan sıkı irtibatı sebebiyle bir kısım kültürel değerlerin hayâtiyeti için devletin mesken inşaatını devamlı murâkebe altında tuttuğunu, kanun dışı inşaat tipleri ortaya çıkınca derhal müdahale ederek bunları ortadan kaldırttığını görüyoruz. Müteâkiben vereceğimiz misallerden, ferdler ve ailelerin mesken inşası meselesinde tamamen hür olmadıkları, devletin müdahale hakkının her an mevcut olduğu fikrinin vicdanlara iyice yerleştirildiği sonucu çıkarılabilir. Bizi bu hükme götüren bâzı misâlleri, müdahalenin yapıldığı sâhalar çerçevesi içerisinde inceleyeceğiz.

1. FUZULÎ İNŞAAT YASAGI

Şunu belirtelim ki, meskende genişlik tavsiye edilmiş olmakla berâber, isrâfa yer verilmemesi, fuzulî inşaatlar yapılmaması için ısrar edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) “Nafakanın hepsi Allah yolundadır, bundan bina (yapmak için harcanan) hâriç, onda hayır yoktur.” der. Başka rivayetlerde “Kişinin ihtiyacı hâricinde yaptığı her bina sırtına bir vebaldir.”, “(…) Oturmayacağınız binâyı yapmayın (…)”, “Kim ihtiyacından fazla bina yaparsa, kıyâmet günü onu boynuna yüklenmeye zorlanır.”, “Allah bir kuluna kötülük murad edince malını binaya infak ettirir.” vs. yasaklayıcı ifadeler bulunur.

Mevzu ile ilgili bazı hadisleri vermek için, Buhari’nin ayırdığı baba “Binâ hakkında varid olanlar bâbı” diye mutlak bir başlık atmasından da anlaşılacağı üzere yukarda verdiğimiz hadislere istinâd eden bir kısım Müslüman âlimler, bina yapmanın kerâhetine kaani olmuşlar, “İnşaat için harcanacak parayı kerih addetmişlerdir.” Kerâhete meyledenlerden İbrâhim Nehâ’î mûtedil bir ifâde ile ihtiyaç için yapılan binâlardan dolayı “sevab da günah da terettüp etmez” demiştir.

Ancak buradaki kerahatin ihtiyaçtan fazla olarak, tefâhur ve gösteriş için yapılan inşaatlara râci olduğu “ikâmet, soğuk ve sıcağa karşı korunmak için yapılanlara şâmil olmadığı” da ayrıca belirtilmiştir. Esâsen bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’den “Kim zulmetmeksizin ve ilâhî hududu tecavüz etmeksizin bir bina yapacak olursa, bundan Cenab-ı Hakk’ın mahlûkatı istifâde ettiği müddetçe, ona komşuluk sevâbı hâsıl olur.” buyurur.

Binaya para ve emek sarfetmenin kerâhetine kaail olanların, kendilerine delil meyânında zikrettikleri Abdullah İbnu Amr hadisini de muhkem kabul edemeyiz. Zira bu rivayet evini çamurla tamir etmekte olan Abdullâh İbnu Amr (radıyallahu anh)’a Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in: “(…) Ölümün gelmesi bu evin yıkılmasından daha süratlidir.” diyerek, bu meşguliyetten kerâhat izhâr ettiğini göstermekte ise de Habbetü’bnu Hâlid ve Sevâ’ İbnu Halid (radıyallahu anh)’in rivayetlerinde bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in evini tamir işiyle meşgul olduğunu görmekteyiz. Üstelik Hz. Ömer (radıyallahu anh)’in de minberden: “Ey nâs evlerinizi tâmir edin (…)” diye uyarılarda bulunduğu da mervidir. Şu hâlde sâdece bazı hadislerin zâhirine bakarak: “Sünnet meskene yapılacak yatırımı kerih addetmiştir.” diye hükmetmek, gerçeği aksettirmekten son derece uzak kalacaktır.

Semerkandî, inşaatta beis görmeyenlerin Kur’ân’dan:

“Allah sizi (…) yeryüzünde yerleştirdi, ovalarında (kışlık) köşkler ediniyor, dağlarında (yazlık) evler oyup duruyorsunuz” (A’râf, 7/74)

“De ki, Allah’ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?” (A’râf, 7/32),

gibi âyetleri; hadisten de: “Allah bir kuluna nimet verince o nimetin eserini kulu üzerinde görmekten hoşlanır.” mealindeki Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in sözlerini delil getirdiklerini zikrettikten sonra (kendini kastederek) fakih der ki: “Efdal olanı, malı âhiret için harcayıp dünya için sarfetmemektir. Buna rağmen, 1. Malı haram yoldan kazanmamış olmak,
2. Bir Müslüman veya zımmîye (inşaat vesilesiyle) zulmetmemek,
3. (İnşaat sebebiyle) Allah’a karşı olan farzlardan birini terketmemek şartıyla inşaat haram değildir.” hükmüne varır.

El-Hakîmu’t-Tirmizî de, Hz. Ömer (radıyallahu anh)’in bina hususundaki bir müdâhalesini kaydettikten sonra şunu söyler: “Eğer bina muhtaç olunan miktarsa bunu Allah’tan sevâb bekleyerek inşâ edebilir. Zira meskene olan ihtiyaç aynen yiyecek, giyecek ve bineğe olan ihtiyaç gibidir.” der.

Bina hususunda hadislerde gelen bir kısım istikrâhı, isrâfla izah etmek çok yerinde olacak. Müslümanların bu konudaki kanaatlerini, bu meseleye bakışlarını Hârunu’r-Reşîd’e,yüksek bir saray yaptırdığı zaman, Muhammed İbnu’s-Semmâk’ın cesâretle yüzüne haykırdığı şu sözlerde bulabiliriz:

“Toprağı yükselttin, dini bıraktın. Eğer bu kendi paranla yapıldıysa, bil ki sen müsriflerdensin, Allah ise müsrifleri sevmez. Yok bu başkasının malından ise bil ki zâlimlerdensin. Allah ise zâlimleri sevmez.” der.

Mesken mevzuunda israftan zecirle ilgili tâlimât Ahlâk-ı Alâiyye’de şu ifâdeye ulaşır.: “… İrtifa’ı binâ ve nakş ve zuhrufe’i sakf ve cidârda mübâlağadan hazer ede. Ahbârda vârid olmuştur ki bir kimseye menzilini altı zirâ’dan artık kaldırsa melâike-i âsiman “ilâ eyne yâ mel’ûn” derler.

İtidâlden bîrûn kadr u mâlâbüdden efzûn harc mezmumdur. Hususan ki bozup düzmeye mûtad ve bir sûretten usanıp hey’et-i cedid etmeğe mübtelâ olma maraz-ı sa’b ve huluk-ı zemimdir…”

2. HERKESE BİR EV:

Yukarıda verdiğimiz misâllerden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in her insan için zaruri olan, normal bir eve sahip olmasını hoş karşılamadığı hükmünü çıkarmak çok yanlış olur. Aksine bu husustaki siyâsetin esası her âileyi “geniş” bir ev sâhibi yapmaya dayanır. Vazifeli olarak tayin ettiği her memurun, bir ev edinme külfetini devlete tahmil etmesi, kim olursa olsun her Müslümana herhangi bir ev veya akarını, alacağı parayı tekrar ev veya akara yatırmadıkça, satmayı hoş karşılamayıp “Yerine yenisi konmazsa bu para hakkında hayırlı kılınmaz.” demesi gibi muhtelif rivayetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in “her Müslüman için normal bir ev” siyâseti takib ettiğinin inkâr edilmez delilleridir.

3. BİNALARIN YÜKSEKLGİ:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) evlerin yüksek olmasına katiyyen taraftar değildir. Rivâyetlerin göstereceği üzere ev hususunda müdâhele ettiği cihetlerden biri de evlerin boyu ile ilgilidir. Hattâ Medine’ye gelince Hz. Ebû Eyyûbi’l-Ensârî (radıyallahu anh)’nin yedi ay misâfir kaldığı evinin alt katına yerleşmiş, bir müddet sonra Hz. Ebû Eyyûb (radıyallahu anh)’un üste geçmesi için vâki mürâcaatına Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Alt daha rahattır.” “Bizim ve bizimle temâsı olanlar (Ashâb) için altta olmamız daha uygundur.” gibi cevâplar vermiştir. Fakat Ebû Eyyûb Hazretlerinin (radıyallahu anh): “Senin, altında bulunduğun bir tavanın üstüne çıkamıyacağım.”diye ısrârı üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mihmândârını memnûn etmek için (istemeyerek) üste geçer ve Ebû Eyyûb (radıyallahu anh) da aşağı iner.

Hatta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in nezâret ve iştiraki ile yapılan ilk câmi ve âilesine mahsûs etrafındaki hücrelerin de tavanı el değecek kadar alçaktır.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) evlerin boyca yükselmesindeki istikrâh ve memnûniyetsizliğini muhtelif vesilelerle ifâde etmiş, bunu “kıyâmet alâmetlerinden biri”olarak tavsif etmiştir. Meşhûr Cibril hadisinde kıyâmetin ne zaman kopacağına dâir suâle “Bilmiyorum” dedikten sonra alâmetlerinden olarak: “Davar çobanları bina yükseltmekte yarıştıkları zaman” der (5). Kezâ bir diğer rivayette de “binâlar sivrilince” kıyâmetin beklenmesi gerektiğini söylemektedir. Bu cümleden olarak kıyâmete yakın insanların evlerini (rengârenk münakkaş ve çizgili elbiselere benzeteceklerini ifâde ederek, evin harici tezyinatını da israf sınıfına sokarak kerâhetini bildirmiştir.

Meskenlerin fazla yüksek olmasını tavsiye etmeyen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu rivayette takribî bir rakam da verir:

“Bir kimse binâsını yedi (bir başka vecihte on) zirâdan fazla yükseltirse kendisine (semâdaki bir münâdi tarafından): “Ey fâsık (Ey Allah’ın düşmanı) nereye (gitmeyi arzu ediyorsun?) diye nidâ edilir.”

İbnu’l-Arabî اَلَمْ تَرَ كَيْفَ رَبُّكَ بِعَادٍ اِرَمَ ذَاتِ الْعِمَادِ âyetinin tefsirinde bu âyetten, binayı yüksek ve iri yapmaktan tahzir manasını da kaydeder.

Yüksekten men sebepleri hadiste tavzih edilmediği halde şarihlerce israf, tefahur ve başkalarının avretine ıttıla gibi sebeplerle izah edilmektedir. Bunlarla birlikte başka sebeplerin de olabileceğini hadisin ıtlâkından çıkarmak mümkündür. Bu meyânda, hususen zamanımızda anlaşılan mahzurlardan biri, insan ölçüleriyle tenâsübü son derece aşan inşaatların insanda meydana getirdiği ruhî ve içtimâî bozukluklardır. Bugün “cehennemî makine”, “umacı şehir” gibi vasıflarla tavsif edilmeye başlanan büyük şehirlerde hızla artmakta olan tecennün ve buna yakın rûhî hastalıkların sebepleri arasında bu durum da kaydedilmektedir. Büyük inşaatlar azametleriyle insan ruhunu ezmekle kalmıyor, içinde yaşayanların tabiatla ilgisini son derece azaltıyor ve ayrıca insanlar arası münasebetlere te’sir ederek menfi istikamette geliştiriyor.

Apartman hayatının huzursuzlukları ve komşu seçme imkânı tanımayan şartları nazara alınınca büyük şehirlerde, kalabalığa rağmen insanın nasıl yalnızlığa itildiği anlaşılır. Sosyologlar, “Temâslar satıhta kaldığı müddetçe, mübâşeret ne kadar artarsa artsın ferdin kalabalık içerisinde yalnız kalacağını”, yalnızlığı ortadan kaldıran şeyin sâdece “görmek ve dinlemek” değil, aynı zamanda “görülmek ve dinlenilmek” olduğunu belirtmişlerdir. Bir İslâm feylesofu olan Fârâbî’de (v. 950) de değişik kelimelerle aynı şeyi buluruz. O, “el-Medînetü’l-Fâdıla” ile kasteddiği ideal şehri “saadeti elde etmede muhtaç olunan şeyleri te’minde, teâvün maksadıyla toplanılan yer” olarak kabûl eder. Cemâat ve yardımlaşma şuurunu vermeyen, bugünün tabiriyle kişiyi yalnızlığa iten şehir, ideal şehir değildir. Ona göre ideal şehir sıhhatli, her bakımdan tam ve mükemmel bir beden gibidir ki, uzuvları birbiriyle gâyenin te’mîninde yardımlaşırlar.”

Şunu da son olarak kaydedelim ki, ihtiyaçtan doğarak darlığı önleyecek yükseltmelere müsâade edilmişe benziyor. Zira evinin darlığından şikâyet eden Hâlid İbnu Velîd’e Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Evi semâya doğru yükselt ve Allâh’tan genişlik iste.” buyurmuştur.

4. MÜDÂHALE:

Bazı rivayetler sünnetin meskenle ilgili bir kısım tavsiye ve nasihatlarda bulunmakla kalmayıp, tavsiye edilen evsafa uyulmadığı hallerde müdahale de edildiğini göstermektedir.

Enes’in rivayetine göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir çıkışında etrafındaki evlere nazaran çıkıntı teşkil eden (yüksekçe) bir kubbe görür ve “Bu da ne?” diye sorar. Ashâbı kendisine “Bu, Ensâr’dan falancanındır” derler. Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) manzaraya içinden kızarsa da sükût eder. Fakat inşaat sâhibi, kendisine gelip selâm verince selâmını almaz ve yüzünü çevirir. Öbürü kaç sefer karşısına geçip selâm verse de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) her defasında aynı şekilde davranıp selâmını almaz. Neticede adamcağız Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in kendisine kızdığını ve bu sebeple yüz çevirdiğini anlar. Durumu arkadaşlarına açarak dert yanar. Ona: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) dışarı çıktığı vakit kubbeni gördü (ve buna kızdı)” derler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir başka gün kubbeyi yerinde görmeyince “Kubbeye ne oldu?” diye sorar. Olup biteni kendisine anlatırlar. Bunun üzerine: “İhtiyaç fazlası her bina, sâhibi üzerine bir vebâldir.” buyurur. Kezâ aynı muhtevâda bir müdahale de amcası Abbas’ın yaptırdığı gurfe’ye karşı olmuştur. Hz. Abbâs (radıyallahu anh), gurfe’nin yıkılmaması karşılığında bedelince sadakada bulunmayı teklif eder. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bunu kabul etmez. Abbâs (radıyallahu anh) teklifinde sonuna kadar ısrar ederse de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buna katiyyen yanaşmaz ve “yık onu” der. İnşaat yıktırılır.

Süveylimu’l-Yahûdi’nin evinin yıkılmasıyla ilgili hâdise, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in meskene olan müdâhalesine değişik bir misâl olarak zikre değer. İbnu Hişâm’ın kaydına göre münâfıklar, Tebük gazvesi için hazırlık yapıldığı sırada Yahudi Süveylim’in evinde toplanarak halkın sefere katılmasını önleyici faaliyetlerde bulunuyordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Talha İbnu Ubeydillah (radıyallahu anh) başkanlığında bir grup göndererek Süveylim’in evini üzerlerine yıkmalarını emreder.Talha (radıyallahu anh) emri aynen icra eder.

Burada müdâhale sebebi olarak devlet aleyhine cereyân eden menfi faaliyeti görmekteyiz ki az ilerde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’den sonra görülen bâzı benzer örnekler vereceğiz.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hayâtında rastlanan mühim bir müdâhale örneği mâbedlerle ilgili. Hâtırası Kur’ân’da ebedleştirilen Mescid-i Dırâr hâdisesi mevzumuzu ilgilendirse gerek. Kaynaklarımızın bildirdiğine göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Tebük seferinde iken Medine münafıklarından on iki kişilik bir grup, müstakil bir mescid inşa ederek kendi aralarında bir araya gelme imkânı düşünürler. Zira Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in onlara karşı takip ettiği başarılı bir siyaset sonucu bir araya gelemiyorlardı. Müslümanlar seferden dönüp, Medine yakınlarındaki Zi-Evân mevkiine gelince Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e adam yollayarak: “Ya Resûlullah biz, hastalar, ihtiyaç sahipleri, yağmurlu ve karanlık geceler için bir mescit yaptık, senin bize orada namaz kıldırarak (küşâdını yapmanı) istiyoruz.”dediler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Siz gidin, şu anda yolculuğum bitmiş değil, meşguliyetim de var, Medine’ye varınca inşaallah geliriz (…)” diyerek müsbet cevap verir.

Fakat bir müddet sonra gelen vahiy münâfıkların gerçek gayesini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e bildirir:

“Bir de (Müslümanlara) zarar vermek için, küfür için, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Resûlü ile harb eden (in gelmesini iştiyak ile) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp onu) mescid edinenler ve ” (bununla) iyilikten başka bir şey kastedmedik” diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Allah şâhitlik eder ki: Onlar şeksiz şüphesiz yalancıdırlar. (Habîbim) onun içerisinde hiçbir vakit (namaza) durma (…) onların kurdukları bina, kalblerinde dâimî bir şek (ve nifaka) sebep olacaktır. Meğer ki kalbleri ölümle parçalanmış olsun (….)” (Tevbe, 9/107-110).

Vahiy üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) gönderdiği adamlarla “küfür, Müslümanlar’a zarar ve nifak için” yapılmış olan ve “sağ kaldıkları müddetçe kalplerindeki şek ve nifakı besleyip artıracak” olan bu inşaatı yıktırıyor ve yaktırıyor.

Rivayetler, Mescid-i Dırâr’ın yerinin çöplük ve mezbelelik yapıldığını, oraya uğrayan yoldan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hiç geçmediğini kaydederler. Taif mescidinin Taif’deki eski tapınağın bulunduğu yere yapılması için verilen emirle bu sünnet karşılaştırılınca “binâu’l müfsidin”e karşı gösterilen aksülamel anlaşılır.

Rivâyetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in sünnetinde rastlanan bu misâllere muvazî olarak müteakip devirlerde halifeler tarafından hususi meskenlere ve hatta amme için yapılmış inşaatlara, benzeri maksatlarla müdahalelerde bulunulduğunu göstermektedir. Müleyh İbnu Avf es-Sülemî’nin rivayetine göre Hz. Ömer (ra)’e, Sa’d İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anhümâ)’ın evinin kapısına tahtadan işlemeli bir kapı, kasrına da kamıştan ilave bir kulübe yaptırdığı haberi ulaşır. Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu haber üzerine derhal Muhammed İbnu Mesleme (radıyallahu anh)’yi göndererek (israf olarak değerlendirilen) mezkur kapı ve kulübeyi yakmasını emreder. el-Hakîmu’t-Tirmizî’nin bir tahricinde, Ebûd-Derdâ’nın Humus’daki evine bir kenif / abdesthane ilâve ettiğini haber alan Hz. Ömer (radıyallahu anh)’in, “Yâ Üveymir, dünyayı tezyin hususunda Fars ve Rum’un inşaatları sana kifayet ederdi. Allah onları (israfları için) harâb etti. Mektubumu alır almaz Humus’u terket, Dımeşk’e git” diyerek cezâ olarak onu bulunduğu yerden sürgün eder.

Hz. Ömer (radıyallahu anh), Humus emîrinin, evin üstünde ılliyye denen bir tenezzüh odası yaptırdığını duyunca derhal ona bir mektup yazarak “odun toplayıp yakmasını”emreder. Benzeri bir olayı Hâricetu’bnu Hüzâfe (radıyallahu anh)’nin Mısır’da yaptırdığını duyunca Mısır Vâlisi Amr İbnu’l-Âs (radıyallahu anh)’a yazarak “… Hârice, komşuların avretine ıttıla peydâ etmek istyor, mektubumu alınca yık onu.” der.

Temîmü’d-Dârî (radıyallahu anh)’nin rivayetinden “Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında halkın yüksek binâlar yaptırdığını” öğreniyoruz. Abdullâhu’r-Rûmî’nin bahsettiği, Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından vâlilere: “Binâlarınızı yükseltmeyin” diye yapılan tamim, bu yüksek yapma hareketlerinden sonra yapılmış olabilir. Belki de Hz. Ömer (radıyallahu anh)’in bu titizliği sonucu olarak Kûfe’de bulunan Sa’d İbnu Ebî Vakkâs oturmak için muhtâç olduğu evin Hz. Ömer (radıyallahu anh)’in mesken mevzuundaki titizliğini ifade eden bir diğer misâl tezyinatla ilgili. Abdurrezzâk’ın bir tahricinde Hz. Ömer (radıyallahu anh)’e Basralı Hadrâ adında bir kadın evinin iç duvarlarını, örtüler çekerek, tezyin ettiği haberi ulaşınca orada vâli bulunan Ebû Musâ el-Eş’arî (radıyallahu anh)’ye yazarak bu tezyinat perdelerini yırtmasını emreder. Kezâ kendisini İrânlı bir çiftçi (dehkân) dâvet edecek olsa, önce sorar, eğer evinde tasvir olduğunu öğrenecek olursa icâbet etmezdi.

Hz. Ömer (radıyallahu anh) umumi ahlâka menfi te’sir eden evlere de müdâhale etmiştir. Bu meyânda bir nevi içki imâl ve satış yeri (hânût) durumunda olan Ruveyşudu’s-Sakafi’nin evini yaktırır. Sa’d İbnu İbrâhim evi bir kor hâlinde gördüğünü kaydeder.

Hülâsa, gerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’den, gerek Hz. Ömer (radıyallahu anh)’den verdiğimiz bu misaller her çeşit inşaatların -ister yükseklik ve ebad yönüyle, ister tezyinat ve kullanılış gayesi yönüyle- devletin murâkebe ve kontrolü altında tutulduğunu göstermektedir. Bu durum, bilhassa ilk zamanlarda daha titizlikle uygulanmış gözükmektedir. Suyûti, Halife Muktedir Billâh’ın Râfizîler’den bir grubun toplanıp namaz kıldığı, sahâbeye hakâret edip cuma kılmadıkları ve Karâmita ile de mektup irtibâtına başladıkları, Nerâsâ mescidinin yıkılması hususunda ulemâya başvurup “Mescid-i Dırâr’dır” diye fetvâ alıp yıktırdığını ve yerini de mezarlık yaptırdığını kaydeder.

Cemiyet için zararlı faaliyetlerde bulunan, davranış ve yaşayışlarıyla ammenin ahlâkını bozucu kötü örnekler veren kimseleri barındıran “binâu’l müfsidin”in yıktırılması hususunda fetvâ veren Suyûtî, bu mühim mesele için bir de müstakil eser vermiştir: Ref’u Menâri’d-Din ve Hedmu Binâi’l-Müfsidîn.

5. MESKEN TELAKKİSİ:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in mesken siyâsetini belirtmek sadedinde naklettiğimiz hususlar nazara alınınca her Müslümanın şöyle bir mesken telakkisine sahip olmasını arzu ettiği neticesi çıkarılabilir.

1) Mesken dünyevî (ve dolayısıyla uhrevî) saadetin baş âmillerinden biridir.

2) Meskenin iyi olması: Genişliğine, komşusuna, sosyal tesislere yakınlığına, yeni yerinin havadar, güneşli vs. olmasına, civarında mescid, mektep, çarşı gibi kültürel ve iktisâdî tesislerin bulunmasına bağlıdır.

3) Meskenin genişliği, içinde oturanların adedine bağlı olarak oda sayısını çokluğu ve odalarının genişliği ile ölçülür.

4) Mesken sâde olmalı, inanç ve ahlâka zıt telkinlere sebep olan yabancı kültürü temsil eden tezyin unsurlarına yer verilmemelidir.

5) Mesken gerek vüsat ve gerek tefriş yönüyle ihtiyacı taşıp isrâfa yer vermemelidir.

6) Mesken yüksek olmamalıdır.

7) Her mesken gusülhâne, helâ, mutfak gibi unsurlara şâmil olmalıdır.

8) Kanûna uymayan meskene devlet müdâhale edebilir.

Böyle bir mesken telâkkisine her Müslümanın sâhip olması gerektiğini, bu vasıfların ufak tefek farklarla kısa bir şekilde terbiye kitaplarında umumiyetle yer almış olmasından da anlayabiliriz.

6. ŞER’Î MESKEN:

Sünnete göre bir evde bulunması gereken şartları ortaya koyup, her Müslüman’ın sâhip olması gereken mesken telakkisini belirttikten sonra fukahânın, kocayı, karısına karşı teminle mükellef kıldığı meskenin tasvirini vermekte fayda var. Bu meskene şer’î mesken veya meşrû mesken denebilir. Burada, fukahânın, normal bir İslâmî hayat için oturulacak meskende bulunmasını şart ve zarurî gördükleri asgarî evsafı görmüş olacağız. Dikkat edilirse burada, çocuk unsuru üzerinde durulmamıştır. Evlenme ânında, çocuksuz farzedilen bir kadına hazırlanması gereken meskenin zarurî şartları mevzubahistir. Çocuklar olunca durum ne olacak? Fıkıh kitaplarında burası mübhemdir. Dr. Ruhi Özcan’ın “İslâm Hukukunda Karı-Koca Nafaka Mükellefiyeti” adlı doktora tezinden aynen aldığımız tasvir şöyle:

A. Meşrû meskende aranan şartlar şunlardır:

1) Zevcenin din ve dünya işlerini görmesine müsâid olmalıdır.

2) Kocanın zevceye zulüm (haksızlık) etmek istediğinde, bu zulümden onu men etmeye kudreti yeten sâlih komşular arasında yer almalıdır.

3) Zevceye can ve mal emniyeti sağlayabilmelidir.

4) Kocanın zevcesinden cinsen faydalanmasına imkân vermelidir.

5) Bütün ihtiyaçlarla birlikte su da meskene koca tarafından getirilmiş olmalıdır. Meskenin içinde sarnıç, kuyu, çeşme bulunması, bu mahallin meşrû mesken olmasına engel değildir.

6) Zevce izin vermedikçe meskeninde, kocanın akrabası ikâmet edemezse de kocanın her türlü kadın kölelerinin, başka kadından olma cinsî münâsebeti anlamayacak kadar küçük çocuklarının bulunmasına mani olamaz. Buna mukabil meskende zevce de kocanın izni olmadıkça, başka kocasından olma küçük çocuğunu, kendi akrabasını bulunduramaz. Mesken mülkiyetinin kocaya âit olması veyâ olmaması bu ahkâma müessir değildir.

B. Mesken tenhâ, duvarları yüksek, konak gibi geniş olup da, zevcenin yalnızlıktan dolayı aklına bir bozukluk gelmesine sebep olacağı anlaşılır (mâlum olur)sa kocanın zevceye bir yoldaş; (arkadaş, enise) temin etmesi lâzımdır.

C. Zevceye arkadaş te’mîn mecbûriyeti, zevceden zevceye ve yerden yere değişir; farklıdır. Meselâ zevce yalnız başına odada ikâmet edip gecelemekten korkan cinsten ise, iskân yeri küçük olsa bile, kocanın zevceye yoldaş te’mîn etmesi gerekir. Kezâ zevce küçük ve yalnız olarak ikâmetten korkan bir insansa, zevceye yoldaş te’mîni icâb eder.

Ç. İskân yeri küçük, sâlih komşular arasında olup da, zevcenin korkmayacağı anlaşılır (mâlûm olur)sa, kocanın zevcesine yoldaş te’min etmesi gerekmez.

Dipnotlar:

(1) Hz. Peygamber (asm) bâzı sahîh hadîslerde, uğursuzluk addetmeyi, (teşâum) reddettiği halde (bk. Müslim, Selâm 110-114 (4, 1745-46, 2223-2224 HI.) burada uğursuzluktan bahsetmesi âlimler arasında münâkaşa vesilesi olmuştur. Hattâ Hattâbî ve diğer birçokları, bu üç şeyde uğursuzluk çıkarmanın nehyedildiğini (Meâlim 4, 236) anlamışlardır. Onlara göre bu üç nesneden sâhiplerinin memnûniyetsizlikleri söz konusu olabilir. Bu durumda talak ve satış yoluyla halâs olması gerekir. Bâzılarına göre de kadının uğursuzluğu kısır oluşu; kötü dilli oluşu; bineğin uğursuzluğu huysuz oluşu, üzerinde cihât edilmemesi vs. dir.
(2) Evin genişliği, bugünkü sosyologlara göre, sâdece içerisinde yaşayanların sayısına değil, yaşayanın iktisâdî durumuna da bağlıdır. Meselâ Fransa’da bekâr yaşayan bir kimse için 14 m² normal genişlik kabûl edilirken, bu Amerika’da 36 m² dir. Kezâ Amerika’da iki kişi için 67 m², üç kişi için 90 m², dört kişi için 103 m² tesbît edilmiştir (Famille et Habitation 1, 108). Oda sayısının tesbîti için de : “Ebeveyn için bir yatak odası, -ailenin durumuna göre- evde kalan diğer nüfustan her ikisi (veyâ her biri) için birer oda. Diğer kısımların (oturma odası, gusulhane, mutfak, helâ… ) sayı ve genişliği evde kalanların sayısına göre değişir” denmektedir. (a.g.e. 1, 109).
(3) Dar mesken husûsunda iki ölçü verilir: 1. Mesâha yönünden: Adam başına 8-10 m² düşen lojman behemahal marazîdir, 12-14 m² tehlikelidir ve marazî ârazlara sebep olabilir. 2. Kesâfet yönünden: Oda başına iki buçuk kişi düşerse behemahal marazîdir, iki kişi düşerse tehlikelidir (Famille et Habitation 1, 121). Meselenin ehemmiyetine binâen bir başka kaynakta, Fransa’da âile nüfus sayısına göre tesbît edilen lojman standart tablosunu burada sunmayı uygun bulduk (J. -E. Havel, Habitat et Logement, Puf, Paris, 1974, s.34).
(4) Aynî bu konuda şiddet ve suhûlet ifade eden hadîslerin te’lifi zımnında: “Şâri bidâyette nakış bile olsa, bütün sûretleri yasakladı. Zira halk sûretperestlikten yeni çıkmıştı. Fakat nehiy yerleştikten sonra câhilin, hürmete tevessül etmeyeceğinden emin olunan vazîyetlerdeki (yüksekte asılı olmayan) tasvîrler mubâh kılındı” der. (Aynî 22, 74).
(5) İbnu Hacer’in Kurtubî’den “Nebat (ehlinin) kibarlaşması ve şehirlerde kasırlar edinmeleri dînin inkilâbına duçâr olmasıdır” hadîsi üzerine naklettiği şu îzahı, enteresan olduğu için aynen naklediyoruz: “Hadîsden maksûd ehl-i bâdıyenin (köylülerin) amme işlerini (el-emr) (devlet) istilâ etmeleridir. Memlekete zorla hâkim olurlar. Bunların (böylece) malları çoğalır, himmetleri (yüksek apartmanlar inşasıyla) binâ yarışına ve bununla tefâhura yönelir. Bu duruma içinde bulunduğumuz şu devir şehâdet etmektedir:” (F.B. 1,131). Merhûm Prof. Hamdi Râgıb Atademir bir vesile ile Cibril hadisinde geçen “tetavülü’l-Bünyân” tâbiriyle günümüzün demokrasi sistemine ve bunun marazî tarafına delâlet ettiğini söylemişti. Aynı hadîsi Mübârekfûrî’ de: “Bu hadis köylü ve benzeri ihtiyâç sâhiplerinin dünyâlık yönüyle zenginleşerek binâlar yaptırmak sûretiyle birbirlerine karşı böbürleneceklerine delâlet eder” der.

(bk. Prof. Dr. İbrahim, Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi)

Kaynaklar :

Başağaçlı Raşit Tunca – Karoglan Hoca
Sorularla islamiyet
Dinimiz islam
Milliyet Gazetesi
Sabah Gazetesi
islam ve ihsan
Kuran-i Kerim
Sabah Gazetesinde Erhan DOĞAN “Farklı inançlar umutla aynı tapınakta buluşuyor” konusu