ÂL-İ İMRÂN SÛRESİNİN 104. ÂYETİ BAĞLAMINDA MA’RÛFU EMİR VE MÜNKERİ MEN GÖREVİ

ÂL-İ İMRÂN SÛRESİNİN 104. ÂYETİ BAĞLAMINDA MA’RÛFU EMİR VE MÜNKERİ MEN GÖREVİ

ÖZ

Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan, bütün varlıklar hizmetine sunulan insanın yaratılış gayesi “Allah’a kulluk etmektir.” Yüce Allah, din duygusu ile yüklü olarak yarattığı insana kulluk görevini yerine getirmesi için akıl vermek, peygamber göndermek ve peygamberlere kitaplar vermek suretiyle rehberlik etmiştir. Allah’ın verdiği görev gereği peygamberler, insanlara dini tebliğ etmişler, sadece Allah’a kulluk ve itaat etmelerini emretmişler, ma’rûfu emredip münkeri men etmişler, iman edip itaat edenleri mükâfat, inkâr edip isyan edenleri ilahî ceza ile uyarmışlardır. Bu görev, aynı zamanda peygambere itaat etmek ve onu örnek almakla yükümlü olan müminlerin de görevidir. Bu görev, Müslümanların bir grubu tarafından mı, yoksa her bir Müslüman tarafından mı yerine getirilecektir. Âl-i İmrân Sûresinin 104. âyeti, bu görevin hem bir grup Müslüman, hem her bir Müslüman tarafından yerine getirilmesi gerektiği şeklinde anlaşılmıştır. Meallerde bu âyete, hayra davet, ma’rûf emretme ve münkeri men etme görevini bir grup Müslümanın yapması gerektiği şekilde anlam verilmiştir. Makalemizde bu âyet çerçevesinde ma’rûfu emir ve münkeri men görevi ele alınmıştır.


GİRİŞ

Yeryüzünün halifesi[1] olarak yaratılan, yerde ve göklerde bulunan bütün varlıklar hizmetine sunulan[2] insanın yaratılış gayesi “Allah’a kulluk etmektir.”[3] Yüce Allah, din duygusu ile yüklü olarak yarattığı insana[4] kulluk görevini yerine getirmesi için akıl vermek,[5] peygamber göndermek[6] ve peygamberlere kitaplar vermek[7] suretiyle rehberlik etmiştir.[8] Peygamberler insanlara dini tebliğ etmişler[9], sadece Allah’a kulluk ve itaat etmelerini emretmişler,[10] itaat eden müminleri mükâfat, inkâr ve isyan edenleri ilahî ceza ile uyarmışlardır.[11]

Bütün peygamberler hak din İslâm’ı tebliğ etmişlerdir. Çünkü Allah katında yegâne din İslâm’dır.[12] Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan peygamberlik,[13] Hz. Muhammed (s.a.s.) ile son bulmuştur,[14] artık yeni bir peygamber gelmeyecektir. Hz. Peygamber’den sonra İslâm’ı insanlara kim tebliğ edecek? Fert ve toplumları iyiye kim yönlendirecek? İnsanları kötülüklerden kim men edecek? Müslüman toplumun her bir ferdi mi, yoksa belirli bir grubu mu? İslâm’ın ana kaynağı Kur’an’a baktığımız zaman hem her bir Müslümanın,[15] hem her toplumdan bir grubun bu görevi yerine getirmesi gerektiğini[16] beyan eden âyetler vardır. Bu âyetlerden biri Âl-i İmrân Sûresinin 104. âyetidir. Bu âyet, insanları İslâm’a davet, emir bi’l-ma’rûf ve nehiy ani’l-münker görevini hem her bir Müslüman’ın, hem Müslüman toplumda bir grubun yapması gerektiğine delil olarak zikredilmiştir. Bunun sebebi, âyetteki “min” edatının beyâniyye veya ba’zıyye olarak görülmesidir.

1. Âl-i İmrân Sûresinin 104. Âyeti

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ Ayetteki وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ cümlesinin başındaki “lam”, فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا “salih amel işlesin”[17] ve وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍ “ve herkes, âhiret için ne gönderdiğine bir baksın”[18] cümlelerindeki “lam” gibi emir lamıdır.[19] مِنْكُمْ “Sizden”, Müslümanlardan demektir. مِنْكُمْ terkibindeki “min” edatı ba’zıyya veya beyâniyye olabilir.[20] Eğer beyâniyye olarak kabul edilirse âyetin anlamı şöyle olur: “Ey müminler! Siz insanları hayra çağıran, ma’rûfu emreden ve münkeri men eden bir toplum olun. İşte bu kimseler var ya onlar, kurtuluşa erenlerdir.” Eğer âyetin مِنْ edatı ba’zıyye olarak kabul edilirse âyetin anlamı şöyle olur: “Ey müminler! Sizden insanları hayra çağıran, ma’rûfu emreden ve münkeri men eden bir toplum bulunsun. İşte bu kimseler var ya onlar, kurtuluşa erenlerdir.”

1. Eğer ayetin وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ cümlesindeki “min” edatı ba’zıyye olarak alınırsa insanları hayra davet, ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek, Müslüman toplumun her bir ferdinin değil, belirli bir grubunun görevi olur. Bu anlama göre “ümmet” kelimesi âyette, “toplumun belirli bir grubu” anlamına gelir.[21] Mükâtil b. Süleymân (ö. 157/767) âyetteki “ümmet” kelimesinin إِمَاماً يُقْتَدَى بِهِ “kendisine uyulan önder” anlamında olduğunu söylemiş ve delil olarak اِنَّ اِبْرٰهٖيمَ كَانَ اُمَّةً قَانِتًا لِلّٰهِ حَنٖيفًا “Şüphesiz İbrahim, Allah’a gönülden itaat eden, tek Allah’a iman eden ve hak dine yönelen, iyilik ve hayır önderiydi”[22] âyetini zikretmiştir.[23] Müfessir ez-Zeccâc’a (ö. 311/923) göre İslâm davetçilerinin “bilgin olmaları” gerekir.[24] Bu anlama göre yüce Allah, Müslümanların içinde onlara önderlik edecek, birlik ve beraberliklerini sağlayacak, ma’rûfu emredecek, onları münker olan söz, eylem ve davranışlara engel olacak, insanları İslâm’a çağıracak bir cemaatin bulunmasını istemektedir. Bu durumda hayra davet, ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek, farz-ı kifâye olur.[25] Toplumdan bir grup bu görevi yaparsa cenaze namazı gibi diğer Müslümanlardan sorumluluk düşer.

2. Eğer âyetin وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ cümlesindeki “min” edatı, beyâniyye olarak alınırsa ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek, İslâm’ı tebliğetmek ve anlatmak, haramları ve kötülükleri önlemek, Müslüman toplumun her bir ferdinin görevidir, dolayısıyla bu konuda her Müslüman sorumludur ve her Müslümanın gücü ve bilgisi nispetinde bu görevi yerine getirmesi farz olur.[26] Bu tercihe göre ayetin وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ cümlesi, وَلْتَكُونُوا كُلُّكُمْ أُمَّةً takdirindedir.[27]

Âyetin وَلْتَكُنْ مِّنْكُمْ أُمَّةٌ cümlesindeki تَكُنْ tam fiil kabul edilirse أُمَّةٌ kelimesi fail يَدْعُونَ fiili ile başlayan cümle أُمَّةٌ kelimesinin sıfatı olur. تَكُنْ Nakıs fiil kabul edilirse تَكُنْ kelimesi أُمَّةٌ kelimesi تَكُنْ kelimesinin ismi يَدْعُونَ fiili ile başlayan cümle haberi olur. يَأْمُرُونَ ve يَنْهَوْنَ fiilleri يَدْعُونَ fiiline matuftur.

2. Âl-i İmrân Sûresinin 104. Âyetine Farklı Yaklaşımlar

Geçmişten günümüze Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya çalışan müfessirler, “min” edatının konumuna göre âyete anlam vermişlerdir.[28] Bu konudaki görüşleri üç maddede toplamak mümkündür:

1. Tâbiîn müfessirlerinden Dahhâk b. Müzâhim’e (ö. 105/723) göre[29] âyete muhatap olanlar, Hz. Peygamber’in ashâbıdır. Sahâbe İslâm’ı Hz. Peygamber’den öğreniyor ve insanlara öğretiyorlardı. Diğer Müslümanların da aynı şekilde Kur’an ve Sünnetten öğrenip İslâm’ı insanlara öğretmeleri gerekir. Âyetin ilk muhatapları sahâbe idi, şimdi her bir Müslüman muhataptır. Dolayısıyla her bir Müslüman, insanları hayra davet, ma’rûfu emir ve münkeri men ile sorumludur.[30]

2. Âyetin muhatabı bütün Müslümanlardır, ancak bu görevi yapmakla yükümlü olanlar, Müslüman yöneticiler ve İslâm’ı iyi bilen müminlerdir.[31] Bu görüşte olan müfessirlere göre bu görevi toplumda kendisine uyulan bir önder, İslâm’ı ve tebliğ yöntemlerini iyi bilen iki, üç veya daha fazla kişi veya bir grup yerine getirir.[32] Mesela müfessir Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1210) bu konuda şöyle demektedir: اِنْفِرُوا خِفَافًا وَثِقَالًا وَجَاهِدُوا بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ “Ey müminler! Hafif ve ağır, yaya veya vasıtalı, hafif veya ağır silahlı olarak Allah yolunda sefere çıkın. Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edin”[33] ve اِلَّا تَنْفِرُوا يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا اَلٖيمًا وَيَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلَا تَضُرُّوهُ شَيْـًٔا “Eğer Allah yolunda sefere çıkmazsanız, Allah, sizi elem veren bir azap ile cezalandırır ve sizi başka bir toplum ile değiştirir. Siz Allah’a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz[34] âyetlerinde olduğu gibi Âl-i İmrân Sûresinin 104. âyetteki emir, geneldir. Bütün Müslümanlara yöneliktir, ancak bir grup bu görevi yerine getirirse sorumluluk, diğer Müslümanlardan düşer.[35]

Müfessir el-Kelbî (ö. 146/763)[36], Mükâtil b. Süleyman[37], Süfyan es-Sevrî (ö. 161/778), Taberî (ö. 310/923)[38], İbn Ebî Hâtim (ö. 327/938),[39] Mâtürîdî (ö. 333/644),[40] Zemahşerî (ö. 538/1144),[41] Fahruddîn er-Râzî[42], Kurtubî (ö. 671/1273)[43], Nesefî (ö. 710/1310)[44], İbn Cüzey (741/1340)[45], İbn Kesîr (ö. 774/1373)[46], Süyûtî (ö. 911/1505)[47], Şevkânî (ö. 1250/1834)[48], Kâsımî (ö. 1914)[49], Mustafa el-Merâğî (ö. 1954)[50], Muhammed Sıddıkhan[51] ve İbn Fürs[52] bu görüştedir.

Bu görüşte olanlara göre hayra davet, ma’rûfu emir ve münkeri men görevini Müslüman toplumun her ferdi değil, İslâm’ı bilen bir grup yapacaktır. Bu yorumu tercih edenlere göre her Müslüman ma’rûfu emir ve münkeri men görevini yerine getiremez, çünkü bu görevi yapacak kişilerin özel eğitilmesi gerekir. Bu eğitimi almayanlar iyiliği ve kötülüğü anlatma görevini hakkıyla yerine getiremezler.[53] Bu görüşe Tevbe Sûresinin 122. âyeti delil olarak zikredilmiştir. Âyetin anlamı şöyledir: “Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Bu itibarla onlardan her kesimden bir grubun, din konusunda sağlam ve derinlemesine bilgi sahibi ol-maları ve savaşa çı-kanlar kendilerine döndükleri zaman kavimlerini uyarmaları için sefere çıkmamaları gerekir. Umulur ki onlar, haramlardan sakınırlar.”

Bu görüşte olanlar görüşlerine ayrıca şu delilleri de zikretmişlerdir:

(a) Âyetteki “min” edatı ba’zıyyedir, dolayısıyla her bir Müslümanın değil, ehil olan Müslümanların bu görevi yerine getirmeleri gerekir.

(b) Âyetteki أُمَّةٌ kelimesinin nekre olması, bu görevi yerine getirenlerin az olduğuna delalet eder.[54]

© Bu görevi yapmaya gücü yetmeyenler, hastalar, engelliler ve acizler, bu görevi yerine getiremeyecekleri için[55] emir, toplumun her bir ferdine yönelik değildir.

3. Âyetin muhatabı bütün Müslümanlardır, dolayısıyla her bir Müslüman, gücü ve imkânı nispetinde bu görevi yapmakla yükümlüdür. Bu görüşte olan müfessirler, her Müslümanın bu görevi eli ile veya dili ile veya kalbi ile yapması gerekir.[56] Mesela müfessir Semerkandî (ö. 373/983) bu konuda şöyle demiştir: Yöneticilerin elleri, bilginlerin dilleri, halkın kalbi ile bu görevi yapması gerekir.[57] Fahruddîn er-Râzî, âyetin كُونُوا أُمَّةً دُعَاةً إِلَى الْخَيْرِ آمِرِينَ بِالْمَعْرُوفِ نَاهِينَ عَنِ الْمُنْكَرِ “Ey müminler! Siz insanları hayra çağıran, ma’rûfu emreden ve münkeri men eden bir toplum olun” anlamında olduğunu söylemiştir.[58]

Müfessir Zeccâc (ö. 311/923)[59], Sa’lebî (ö, 427/1035)[60], Vâhidî (ö. 468/1076)[61], Sem’ânî (ö. 489/1096)[62], Beğavî (ö. 516/1122)[63], İbn Ebî Zeminîn (ö. 399/1008)[64], Abdülkerîm Yunus el-Hattabî (ö. 1926)[65], Şa’râvî (ö. 1998)[66], Tâhir b. Âşur (ö. 1973)[67] ve Vehbe Zuhaylî[68] bu görüştedir.

Bu görüşte olanlar, görüşlerine başta Âl-i İmrân Sûresinin 110. âyeti ile şu delilleri zikretmişlerdir:

(a) Âyetteki “min” edatı, ba’zıyye değil, beyâneyyedir. Âyetteki “min” edatı, فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ الْاَوْثَانِ “Artık putlara tapma pisliğinden kaçının”[69] âyetindeki “min” edatı gibidir. Âyet, “putların bir kısmından değil, hepsinden sakının” anlamındadır. Tıpkı bu âyette olduğu gibi Âl-i İmrân Sûresinin 104. âyetindeki “min” edatı da beyâniyyedir, dolayısıyla Müslüman toplumun sadece bir grubu değil, tamamı bu görevden sorumludur.

Bazı müfessirler, âyetteki “min” edatının beyâneyye veya ba’zıyye olabileceğini dikkate alıp her iki anlamı ve bu konudaki görüşleri vermekle yetinmişlerdir.[70] Mesela İbn Atiyye (ö. 541/1147),[71] Beydâvî (ö. 685/1286),[72] Ebû Hayyan (ö. 745/1344),[73] İbn Mülakkın,[74] Sa’âlibî (ö. 875/1471),[75] Ebü’l-Abbas Muhammed b. Ahmed[76] ve Tîbî (ö. 743/1343)[77] bu yöntemi tercih etmiştir.

3. Âyette Yapılması Emredilen Görevler

Âyette üç görevin yapılması kesin bir üslupla emredilmiştir:

1. Hayra çağırmak. Hayr çok anlamlı bir kelimedir. Müfessirler bu kelimeye şu anlamları vermişlerdir: İman, İslâm, dinî hükümler,[78] Kur’an ve Sünnete,[79] Allah’a ve Peygambere itaat,[80] fert ve topluma yararı dokunan her türlü iyilik, güzellik ve nimet,[81] dünyevî ve uhrevî faydası olan iyi, yararlı ve değerli olan her şey.[82] “Hayra davet”, dinî tekliflerin tamamını kapsar.[83]

2. Ma’rûfu emretmek. Emir kelimesi sözlükte buyruk, talep, istek anlamına gelir. Yukarıdan aşağıya, büyükten küçüğe yapılan talebe emir, aşağıdan yukarıya yapılan talebe dua denir. Bir kimsenin, yönetiminde olan bir kimseye bir şeyi “اِفْعَلْ” (yap) demesi emirdir. Bilmek ve idrak etmek, itiraf ve ikrar etmek, ödüllendirmek, sabretmek ve başkan olmak anlamlarındaki “a-r-f” kökünden türeyen ma’rûf, sözlükte bilinen ve tanınan şey, ihsan ve iyilik demektir. Dinî bir terim olarak ma’rûf; iman, salih amel, Allah ve peygamberine itaat,[84] Kur’an ve Sünnete ittiba, ihsan, takva, aklın ve dinin iyi ve güzel, hoş ve yararlı gördüğü söz, eylem ve davranış demektir.[85] İslâm dininin bütün emir, öğüt ve tavsiyeleri ma’rûf kavramına dâhildir. Dolayısıyla “ma’rûfu emretmek”, Allah ve peygamberin yapılmasını istediği görevleri, akl-ı selîmin iyi, güzel ve yararlı gördüğü şeyleri insanlara emretmek, yapılmasını istemek ve tavsiye etmektir.[86]

3. Münkeri nehyetmek. Nehiy kelimesi sözlükte yasaklamak ve bir fiilin yapılmasını men etmek; münker ise sözlükte aklın ve gönlün kabul etmediği, tuhaf ve yadırganan kötü şey demektir. Dinî bir kavram olarak münker; Allah ve peygamberin yapılmasını yasakladığı ve akl-ı selîmin çirkin, kötü ve zararlı gördüğü ve kabul etmediği şey demektir.[87] İnkâr, şirk, nifak, Allah ve Peygambere isyan gibi kitap ve sünnete aykırı olan,[88] İslâm’ın çirkin, kötü, günah ve haram olarak bildirdiği söz, eylem ve davranışların tamamı bu kavrama dâhildir.

Aslında “hayra çağırmak”, ma’rûfu emir ve münkeri men görevini de kapsar. Çünkü hayra çağırmak genel, ma’rûf emir ve münkeri men ise, özeldir. “Hayra çağırmak” ile maksat hâsıl olacağı halde ma’rûfu emir ve münkeri men görevi önemine binaen ayrıca zikredilmiştir.[89]

Kur’ân-ı Kerîm’de 30 âyette ma’rûf kelimesi “iyi, güzel, örf haline gelmiş tutum ve davranışlar” anlamında kullanılmıştır. Münkerkelimesi ise 16 âyette geçer, bunların sekizinde ma’rûf kelimesiyle birlikte “iyiliği emretme, kötülüğe karşı çıkma” anlamını ifade edecek şekilde, diğerlerinde ise genel olarak “kötü, çirkin, kamu vicdanını rahatsız eden, meşruiyet sınırını aşan tutum ve davranışlar” anlamında kullanılmıştır.

4. Konuyu Kur’an Bütünlüğü İçinde Anlamak

Konuya Kur’an bütünlüğü içinde baktığımızda İslâm’ı tebliğ etmek, ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek görevinin farz olduğunu öğreniyoruz. Bu konuda İslâm bilginleri ittifak etmiş, her hangi bir ihtilaf olmamıştır. Bu görevi yapmakla sadece bir grup Müslüman mı yoksa her bir Müslümanın mı sorumlu olduğu, başka bir ifade ile bu görevin, farz-ı ayın mı yoksa farz-ı kifâye mi olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir. Konuya Kur’an bütünlüğü içinde baktığımızda, aşağıda zikredeceğimiz deliller çerçevesinde âyette zikredilen İslâm’ı tebliğ etmek, ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek görevinin her bir Müslümana farz olduğunu söyleyebiliriz:

1. Âyetin ilk cümlesinde geçen “min” edatının ba’zıyye değil, beyâniyye olduğuna 104. âyetin وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “İşte kurtuluşa erenler, sadece bunlardır” anlamındaki son cümlesi delildir. Cümledeki وَاُو۬لٰٓئِكَ “bunlar” ve هُمُ “onlar” zamiri ile işaret edilenler, İslâm’ı tebliğ etmek, ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek görevini yapanlardır. Eğer âyetin başındaki “min” edatı ba’zıyye olarak kabul edilirse sadece bu görevi yerine getirenler, “kurtuluşa ermiş olurlar,” bu görevi yapmayanlar, “kurtuluşa erenler” kavramına dâhil edilmemiş olurlar.

Umduklarına nail ve korktuklarından emin olan kimseler anlamına gelen[90] الْمُفْلِحُونَ kelimesi, âyetlerde iman edip salih ameller işleyen ve haramlardan sakınan bütün müminleri kapsar. Mesela Bakara Sûresinin وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Ancak bunlar, kurtuluşa erenlerdir” anlamındaki beşinci âyetinde muttakî müminlerin, Mü’minûn Sûresinin قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ “Gerçekten müminler, kurtuluşa erdi” anlamındaki birinci âyetinde Firdevs Cennetinin varisleri olan müminlerin kurtuluşa erdikleri bildirilmektedir. Bu âyetlerde kurtuluşa erdiği bildirilen müminlerin bazı nitelikleri zikredildiği gibi konumuz olan âyette de müminlerin üç niteliği bildirilmektedir. Dolayısıyla âyetin son cümlesi, ilk cümlesindeki “min” edatının beyâniyye olduğuna delalet eder. Şu hadis de bunun delilidir: مَنْ أَتْقَى النَّاسِ “İnsanların en muttakî olanı kimdir? Sorusuna Hz. Peygamber (s.a.s.), آمَرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَأَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأَوْصَلُهُمْ لِلرَّحِمِ “Onların ma’rûfu en çok emredenleri, münkeri en çok men edenleri ve sıla-i rahmi in çok sürdürenleridir.”[91] cevabını vermiştir. Cennet muttakîler için hazırlanmıştır.[92] Bu itibarla Hz. Peygamber (s.a.s.), müminlerin muttakî olmalarını teşvik etmekte, muttakî müminlerin niteliklerden üçünü bildirmektedir. Bu niteliklerin başında ma’rûfu emir ve münkeri men görevi gelmektedir. Dolayısıyla anlamaya çalıştığımız âyetteki وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ Cümlesi, وَأَنْتُم الْمُفْلِحُونَ Hayra davet eder, ma’rûfu emreder ve münkeri men ederseniz o zaman siz kurtuluşa eren kimseler olursunuz” takdirindedir.[93]

2. Ma’rûfu emretmek Allah ve Hz. Peygamber’in kesin emridir: Bu hususu şu âyetler açıkça ifade etmektedir:

فَذَكِّرْ اِنْ نَفَعَتِ الذِّكْرٰى “Ey Peygamberim! Sen fayda versin veya vermesin Kur’ân ile öğüt ver.”[94]

وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنٖينَ “Ey Peygamberim! Sen öğüt ver, çünkü öğüt müminlere fayda verir.”[95]

“Öğüt vermek”; insanları İslâm’a davet etmek, ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmektir. Hz. Peygamber’e yapılan emir, aynı zamanda müminlere yapılan bir emirdir.

يَا بُنَيَّ اَقِمِ الصَّلٰوةَ وَاْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلٰى مَآ اَصَابَكَۜ اِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ “Yavrum! Namazı dosdoğru kıl, ma’rûfu emret, münkeri men et, sana isabet eden şeylere, başına gelen musibetlere sabret, çünkü bunlar, kararlılıkla mutlaka yapılması gereken işlerdendir.”[96] âyetinde namaz kılmak ve musibetlere sabretmek gibi ma’rûfu emir ve münkeri men birlikte zikredilmiştir.

3. Ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek, Müslüman toplumun ortak özelliğidir. Bu husus, Âl-i İmrân Sûresinin 110. âyetinde açıkça bildirilmektedir:

كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ “Ey müminler! Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı toplumsunuz. Siz ma’rûfu emreder, münkeri men eder ve Allah’a iman edersiniz.”

Bu âyette geçen “ümmet” ile maksat, Ümmet-i Muhammed yani Müslüman toplumdur. Âyete göre Müslüman toplum, diğer insanlar için seçilmiş en hayırlı toplumdur. “En hayırlı toplum” demek; en ahlâklı, insanlara en faydalı, en dürüst ve örnek toplum demektir. Âyette bu niteliğe sahip müminler övülmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.), أُمَّتِي خَيْرُ الْأمَمِ “Ümmetim, ümmetlerin en hayırlısıdır”[97] sözleri ile âyet-i kerimeyi tefsir etmiştir. Bu hayırlı ümmetin âyette üç niteliği bildirilmiştir: İman, ma’rûfu emir ve münkeri men. Dolayısıyla ma’rûfu emir ve münkeri men görevi, Müslüman toplumun ortak özelliğidir. Âyet, Müslüman toplumum her bir ferdinin ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmekle görevli olduğunu ifade eder.[98]

4. Ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek, kadın ve erkek her Müslümanın bir niteliğidir. Bu husus, Tevbe Sûresinin 71. âyetinde şöyle beyan edilmektedir وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَآءُ بَعْضٍۢ يَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُقٖيمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَيُطٖٖيعُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّٰهُ “Mümin erkekler ve mümin kadınlar, birbirlerinin dostlarıdır. Onlar, ma’rûfu (imanı, iyi ve güzel şeyleri) emrederler, münkeri (inkârı, kötü ve çirkin şeyleri) men ederler, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Peygamberine itaat ederler. İşte Allah, bu kimselere merhamet edecektir.”

Bu âyette müminlerin beş niteliği bildirilmiştir: (1) Erkek ve kadın müminler, birbirlerinin dostlarıdır. (2) Ma’rûfu emrederler ve münkeri men ederler. (3) Beş vakit namazı dosdoğru kılarlar. (4) Zekâtlarını verirler. (5) Allah ve peygamberine itaat ederler.

والَّذِينَ إِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقامُوا الصَّلاةَ وَآتَوُا الزَّكاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِ

“Eğer kendilerine yeryüzünde imkân verirsek, Müslüman kimseler namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar.”[99] anlamındaki âyette ma’rufu emretmek ve münkeri menetmek, namaz ve zekât ile birlikte zikredilmiştir. Âyetin başındaki اَلَّذٖينَ “kimseler” ile maksat, savaşmalarına izin verilen ve Allah’ın dinine yardım eden peygamberin ashâbı ve onların izinden giden müminlerdir. “Yeryüzünde imkân verilmesi”, müminlerin din özgünlüğüne ve yaşadıkları topraklarda yönetimi ellerinde bulundurmaları, güç ve imkân sahibi olmalarıdır. Bu kimselerin dört özelliği zikredilmiştir: (1) Namazlarını dosdoğru kılarlar. (2) Mallarının ve servetlerinin zekâtlarını verirler. (3) Ma’rûfu emrederler. (4) Münkeri men ederler.

Yukarıdaki her iki âyette ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek, müminlerin özelliği olarak zikredilmiştir. Dolayısıyla namaz kılmak ve dinen zengin olanların zekât vermeleri farz olduğu gibi ma’rûfu emir ve münkeri men görevi de aynı şekilde farzdır.

اَلتَّآئِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّآئِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْاٰمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنٖينَ

“(Şirk, inkâr, nifak ve isyandan) tövbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû eden-ler, secde edenler (namazlarını kılanlar), ma’rûfu emredenler ve münkeri nehyedenler ve Allah’ın sınırlarını, (farzlarını, emir ve yasaklarını) ko-ruyanlar (var ya ey peygamberim! İşte böyle olan) müminleri cennetle müjde-le.”[100] anlamındaki âyette ma’rûfu emretmek ve münke-ri menetmek, cennetle müjdelenen müminlerin nitelikleri arasında zikredilmiştir.

5. Salihlerden olabilmek için ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek gerekir. Bu husus, şu âyetlerde açıkça bildirilmektedir:

يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَيَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ مِنَ الصَّالِحٖينَ “(Yahudi ve Hıristiyanlardan Müslüman olanlar), Allah’a ve âhiret gününe iman ederler, ma’rûfu emreder, münkeri men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar, işte onlar, salih olan kimselerdendir.”[101] anlamındaki âyet, Yahudi ve Hıristiyanlardan iman edenlerle ilgilidir. Bu âyetten bir önceki âyetin anlamı şöyledir: “(Yahudi ve Hıristiyanlardan mümin olanlar ile kâfir olanlar) bir değildir. Kitap ehlinden, iman edip hakkı tanıyan, dosdoğru olan ve adaleti yerine getiren bir topluluk vardır. Onlar, gece saatlerinde Allah’ın âyetlerini okurlar ve secde ederler, yatsı namazını kılarlar.”[102] Bu âyette kitap ehlinin iki kısım olduğu bildirilmektedir: Biri iman edenler, diğeri inkârda ısrar edenler. Âyette iman edenlereاُمَّةٌ قَآئِمَةٌ denilmektedir. Bunun zıddı “ümmet-i mezmûme” yani yerilen toplumdur. Yüce Allah, Âl-i İmrân Sûresinin 113-115. âyetlerinde Yahudi ve Hıristiyanlardan iman edenlerin dokuz niteliğini bildirmiş ve onları övmüştür. Bu nitelikler şunlardır: (1) Allah’a ve âhiret gününe iman ederler. (2) Hakkı tanır ve adalet ile hareket ederler. (3) Gece saatlerinde Kur’an okurlar. (4) Namazlarını kılarlar. (5) Ma’rûfu emrederler. (6) Münkeri men ederler. (7) Faziletli ve iyi amelleri yapmada yarışırlar. (8) Salih insanlardır. (9) Muttakî insanlardır. Görüldüğü üzere dokuz özelliğin ikisi ma’rûfu emir ve münkeri mendir. Salih insanlardan olabilmek için bu görevi yapmak gerekmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de öğüt vermek, doğru yolu göstermek, ma’rûfu emretmek ve münkeri men etmek, insanları İslâm’a, iyilik ve güzelliğe, iman, ibadet, ahlâk, itaatve salih amelleri yapmaya çağırmak, şirk, inkâr, isyan, zulüm, günah, haram ve kötülüklerden, kötü söz, eylem ve davranışlardan sakındırmak anlamını ifade eden pek çok âyet vardır. Kur’an’da sekiz âyette “ma’rûfu emretme” ifadesi yer almakta ve bir âyette ma’rûfu yasaklamak münafıkların özelliği olarak zikredilmekte ve bu kimseler kınanmaktadır.[103]

Kur’ân’ı Kerim’de ma’rûfu emir ve münkeri men ifadelerinin dışında vaaz[104], mev’ıze[105], zikr[106], zikrâ[107], tezkire[108], nasihat[109] ve tavsiye[110] gibi öğüt verme; talim[111], irşat[112] ve hidâyet[113] gibi bilgilendirme ve yol gösterme ile ilgili kavramlar, inzâr[114], tahzîr[115] ve tebşir[116] gibi müjdeleme ve sakındırma; hikmet, kavl-i leyyin[117], kavl-i beliğ[118], kavl-i hasen[119], kavl-i ma’rûf[120] ve mücadele-i hasene[121] gibi sözlü tebliğin sunumu; üsve-i hasene[122] ve şâhid yani örneklik etme[123] gibi fiilî tebliğ ile ilgili olan kavramlar kullanılarak İslâm’ı tebliğ, dinî görevleri emir, haram ve günahlardan sakındırma görevi teşvik edilmiştir.

Yüce Allah, son peygamber Hz. Muhammed’i (s.a.s.) öğüt verici[124] uyarıcı, müjdeleyici ve hak davetçi[125] olarak göndermiştir. Peygamberimiz (s.a.s.), sağlığında Kur’an’ı insanlara tebliğetmiş, açıklamış, öğüt vermiş[126] ve iyiliği emredip onları kötülüklerden men etmiştir. Âyette يَاْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ “Peygamber iman edenlere ma’rûf emreder ve münkeri men eder”[127] denilmektedir. Müslümanların da toplum içindeki konumlarına, bilgi ve becerilerine, maddî ve manevî güçlerine göre bu görevi yapmaları gerekir. Topluma İslâm’ın ve salih kulların hâkim olması[128], güven ve huzurun sağlanması ancak bu şekilde mümkün olur.

Yüce Allah, işledikleri kötülüklerden birbirlerini men etmemeleri sebebiyle Yahudileri kınamakta ve yermektedir.[129] Yüce Allah, Eyle kasabası[130] Yahudilerine cumartesi günleri balık avlama yasağı getirmiştir.[131] Bu yasak konusunda Yahudiler üç grup olmuştur: (a) İsyankâr gurup. Bu grup yasağı ihlâl etmiş, cumartesi günü balıkların sürüler halinde deniz kıyısına ve su üzerine çıkmalarını fırsat bilip balıkları avlamıştır. (b) Suskun grup. Bu grup yasağa uymuş, yasağı ihlâl edenlere de müdahale etmemiş, irşadın yararsız olduğunu düşünmüştür. © Yasağa uyan ve insanları bu yasağı ihlâl etmekten men eden grup. Bu grup, hem yasağa uymuş hem de yasağı ihlâl edenlere öğüt vermiş, onları cumartesi günü balık avlamaktan men etmeye çalışmıştır. Suskun gurup, münkeri men eden guruba, “Siz Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azap ile azap edeceği kimselere niçin öğüt veriyorsunuz?” demiştir. Onlar da, “Rabbinize bir mazeret olarak ve belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye öğüt veriyoruz” demişlerdir. Abdullah b. Abbas’ın (ö. 67/687) beyanına göre yüce Allah, cumartesi günü balık avlama yasağını ihlâl edenleri ve bu kimseleri yasaktan men etmeyenleri cezalandırmış, yasağa riâyet eden ve yasağı ihlâl edenlere de engel olmaya çalışan kimseleri azaptan kurtarmıştır.[132]

5. Konuyu Sünnet Bağlamında Anlamak

Konuya Kur’an bütünlüğünde baktığımızda Âl-i İmrân Sûresinin 104. âyetinde insanları hayra çağırma, ma’rûfu emretme ve münkeri men etme görevinin toplumun sadece bir grubunun değil, her Müslümanın görevi olduğunu yukarıda ifade ettik. Şüphesiz Kur’an’ı en iyi anlayan Hz. Peygamber’di. Çünkü Hz. Peygamber’in Kur’an ile ilgili temel görevlerinden biri “Kur’ân’ı tebyîn etmek” yani âyetlerin anlamını, içeriğini ve hükümlerini açıklamak[133] ve toplumu dünyevî ve uhrevî tehlikelere karşı uyarmaktı.[134] Bu itibarla ma’rûfu emir ve münkeri men ile ilgili Hz. Peygamber’in birçok beyanı vardır. Bu beyanlar, ma’rûfu emretmenin ve münkeri men etmenin, toplumun bir bölümünün değil, tamamının görevi olduğunu ifade etmektedir. Konumuza delil olması açısından hadislerden bazılarını örnek olarak vermek istiyoruz:

وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ أَوْ لَيُوشِكَنَّ اللّٰهُ أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عِقَابًا مِنْهُ ثُمَّ تَدْعُونَهُ فَلاَ يُسْتَجَابُ لَكُمْ “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ya ma’rûfu kesinlikle emreder ve münkeri men edersiniz veya Allah en yakın zamanda toplumun tamamını afet ve musibetlerle cezalandırır, sonra siz Allah’a dua edersiniz fakat duanıza icabet edilmez.”[135]

إنَّ النَّاسَ إِذَا رَأَوْا الظَّالِمَ فَلَمْ يَأْخُذُوا عَلَى يَدَيْهِ أَوْشَكَ أَنْ يَعُمَّهُمُ اللّٰهُ بِعِقَابٍ “İnsanlar, zalim kimseyi gördüğü zaman onu zulümden men etmezlerse Allah en yakın zamanda herkesi, zalimi de zulme engel olmayanları da cezalandırır.”[136]

مَا مِنْ قَوْمٍ يُعْمَلُ فِيهِمْ بِالْمَعَاصِي، ثُمَّ يَقْدِرُونَ عَلَى أَنْ يُغَيِّرُوا ثُمَّ لَايُغَيِّرُوا إِلاَّ يُوشِكُ أَنْ يَعُمَّهُمُ اللّٰهُ مِنْهُ بِعِقَابٍ “Herhangi bir toplum yoktur ki o toplumda günahfiiller işlenir, bu toplumdaki insanlar, bunu değiştirmeye gücü yettiği halde değiştirmezlerse, Allah en yakın zamanda o toplumun hepsini cezalandırmış olmasın.”[137]

كَلاَّ وَاللّٰهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ وَلَتَأْخُذُنَّ عَلَى يَدَيِ الظَّالِمِ وَلَتَأْطُرُنَّهُ عَلَى الْحَقِّ أَطْراً وَلَتَقْصُرُنَّهُ عَلَى الْحَقِّ قَصْراً أَوْ لَيَضْرِبُنَّ اللّٰهُ بِقُلُوبِ بَعْضِكُمْ عَلَى بَعْضٍ ثُمَّ لَيَلْعَنُكُمْ كَمَا لَعَنَهُمْ

“Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya ma’rûfu emreder, kötülüğe engel olursunuz ve zalimin iki elini tutup onu hakka çevirir, doğruluğa zorlarsınız veya bunu yapamazsanız Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine benzetir ve daha önce İsrailoğlularına lanet ettiği gibi size de lanet eder.”[138]

أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَقُولُ: مُرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِ مِنْ قَبْلِ أَنْ تَدْعُونِي فَلَا أُجِيبَكُمْ وَتَسْأَلُونِي فَلَا أُعْطِيَكُمْ وَتَسْتَنْصِرُونِي فَلَا أَنْصُرَكُمْ

“Ey insanlar! Şüphesiz Allah azze ve celle, “Şu duruma düşmeden önce ma’rûfu emredin ve münkeri men edin. Siz dua edersiniz size icabet edilmez, Allah’tan bir şey istersiniz size verilmez, yardım istersiniz size yardım edilmez.”[139]

Hz. Peygamber’in yakın dostu ve ilk halife Hz. Ebû Bekir (ö. 13/634), bu konuda arkadaşlarını şöyle uyarmıştır:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّكُمْ تَقْرَءُونَ الْآيَةَ: يَآ اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْۚ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْۜ وَاِنِّي سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ إِنَّ النَّاسَ اِذَا رَأَوْا ظَالِمًا فَلَمْ يَأْخُذُوا عَلَى يَدَيْهِ أَوْشَكَ أَنْ يَعُمَّهُمُ اللّٰهُ بِعِقَابٍ مِنْه

“Ey iman edenler! Siz kendinizi günahlardan koruyun, imanda ve ibadette sebat edin, siz doğru yolda olursanız yoldan sapan kimseler, size zarar veremezler.” anlamındaki âyetini okuyorsunuz ve yanlış anlıyorsunuz. Ben Resûlullah’tan (s.a.s.) işittim, o şöyle buyurdu: “Şüphesiz insanlar, zalim kimseyi gördüğü zaman onu zulüm-den men etmezlerse Allah, en yakın zamanda herkesi, zalimi de zulme engel olmayanları da cezalandırır.”[140]

Bu hadislerde her Müslümanın ma’rûfu emretmesi ve münkeri men etmesi gerektiği, aksi takdirde yüce Allah’ın bütün toplumu maddî ve manevî olarak cezalandıracağı bildirilmektedir. Bu hadisler, Enfâl Sûresinin 25. âyetinin beyanıdır:

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصٖيبَنَّ الَّذٖينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَآصَّةًۚ وَاعْلَمُوٓا اَنَّ اللّٰهَ شَدٖيدُ الْعِقَابِ

“Ey müminler! Öyle bir fitneden sakının ki, bu fitne, içinizden sadece zulmedenlere isabet etmekle kalmaz, zararı herkese dokunur ve bilin ki, Allah, cezası çok şiddetli olandır.”

Âyette geçen “fitne” kelimesi, din özgürlüğüne, cana, mala, ırza, aileye, topluma ve temel insan haklarına yönelik suçları ifade eder. Dolayısıyla cana kıymak, terör, fuhuş, hırsızlık, iftira, yalan haber, hileli üretim, bozuk gıda satmak, kamu malına tecavüz etmek, trafik kurallarını ihlal etmek, sahte para basmak, ölçü ve tartıda hile yapmak, kargaşa çıkarmak, çevre kirliliği, karaborsacılık, emr-i bi’l-ma’rûfu ve nehy-i ani’l-münkeri terk etmek, bidat ve hurafelerin yaygın hale gelmesi vb. zararı başkalarına da dokunan günah ve suçlardır. Âyette, Müslümanın bu tür suçlardan sakınması istenmektedir. Müslüman, fitneden sakınacak, ancak sakınmak ile kalmayacak başkalarının da fitneye düşmesine engel olmaya çalışacaktır. Bu, Müslümanın içinde yaşadığı toplumun huzur ve güveni için gerekli dinî bir görevdir. Fitne ve fesada engel olunmazsa meydana gelecek afet ve musibetlerin zararı herkese dokunur. Bu husus bir hadiste şöyle ifade edilmiştir:

مَثَلُ الْفَاسِقِ فِي الْقَوْمِ كَمَثَلِ قَوْمٍ رَكِبُوا سَفِينَةً فِي الْبَحْرِ فَاقْتَسَمُوهَا، فَصَارَ لِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمْ مَكَانٌ، فَعَمَدَ رَجُلٌ إِلَى مَكَانِهِ فَخَرَقَهُ، فَقَالُوا لَهُ: مَا تُرِيدُ؟! أَنْ تُهْلِكَنَا قَالَ: وَفِيمَ أَنْتُمْ مِنْ مَكَانِي؟! فَإِنْ تَرَكُوا غَرِقُوا وَغَرِقَ مَعَهُمْ، وَإِنْ أَخَذُوا عَلَى يَدَيْهِ نَجَوْا وَنَجَا؛ فَذَلِكَ مَثَلُ الْفَاسِقِ

“Bir toplumda Allah ve peygamberine itaat etmeyen, haram fiilleri işleyen kimsenin durumu denizde gemiye binenlerin durumu gibidir. Gemiye binenler, gemideki mekânları aralarında taksim ederler, her birinin kendine özgü yeri olur. Bir adam kendi yerinde gider, gemiyi delmeye başlar. İnsanlar ona ne yapıyorsun? Bizi helâk mi etmek istiyorsun derler. Adam, yer benim, sizi ne ilgilendiriyor der. Eğer insanlar bu kimseyi kendi haline bırakırlarsa, gemi batar ve boğulurlar, onlarla birlikte gemiyi delen de boğulur. Eğer insanlar bu adamın gemiyi delmesine engel olurlarsa kurtulurlar, adam da kurtulur. Bu, toplumdaki kötülük yapan ve haramları işleyenlerin durumu gibidir.”[141]

Bu örnek, bir toplumda yaşayan her insanın, kötülüklerle mücadele etmesi, ma’rûfu emretmesi ve münkeri men etmesi gerektiğini ifade eder. Toplumda hiçbir kimse, “kötülükler ve günahlar karşısında başkasının yaptığı beni ilgilendirmez” demeyecek, gücü ve imkânı nispetinde, ma’rûfu emir ve münkeri men görevini yapacak, en azından yapanlara destek verecektir. Dolayısıyla Âl-i İmrân Sûresinin 104. âyetini bu çerçevede anlamamız gerekir. Maalesef Türkçe Kur’an meallerinde bu âyet hep” Sizden insanları hayra çağıran, ma’rûfu emreden ve münkeri men eden bir toplum bulunsun. İşte bu kimseler var ya onlar, kurtuluşa erenlerdir” şeklinde anlamlandırılmıştır. Biz âyeti, “Ey müminler! Siz insanları hayra çağıran, ma’rûfu emreden ve münkeri men eden bir toplum olun. İşte bu kimseler var ya onlar, kurtuluşa erenlerdir” şeklinde anlamlandırdık. Bu anlam, daha doğru ve konu ile ilgili âyetler ve hadislerle uyumludur

6. Ma’rûfu Emretme ve İnsanları İslâmî Kurallara Davet Yöntemleri

İnsanlara her konuda rehberlik eden[142] Kur’ân-ı Kerîm’e göre ma’rûfu emir ve insanları İslâmî kurallara davet görevinin şu yöntemlerle yapılması gerekir:

1. Hikmet, Güzel Öğüt, En Güzel Mücadele İle

اُدْعُ اِلٰى سَبٖيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتٖي هِيَ اَحْسَنُ

“Ey Peygamberim! İnsanları Rabbinin yolu İslâm’a, hikmetle ve güzel öğütle davet et ve kâfirlerle en güzel şekilde mücadele et.”[143]

Yüce Allah, âyette peygamberine ve onun şahsında bütün müminlere insanları İslâm’a üç yöntem ile davet etmelerini emretmektedir:

(a) Hikmet ile:

“Hikmet”; bir şeyi yerli yerinde, zamanında, usulüne ve tekniğine uygun yapmaktır. İslâm’a davetin hikmetle yapılması, insanların konumlarını ve durumlarını dikkate alarak en uygun zaman ve bir şekilde, doğru bilgi, ikna edici, kesin ve sağlam delillerle yerine getirmektir. Bu yöntemde hayra ve iyiliğe teşvik edilir, şerden, kötülükten, haramlardan ve günahlardan sakındırılır. Bu yöntemde âyet ve hadislerle tebliğyapılması esastır. “Ey Peygamberim! Sen, benim azabımdan korkan mümin kimselere Kur’ân ile öğüt ver.”[144] âyeti bunun delilidir.

(b) Güzel Öğüt:

Bu yöntemde iyi ve güzel öğüt vererek, ikna gücüne dayalı deliller ile muhatabın kalbini yumuşatacak, hoşuna gidecek, iyi ve tatlı söz söyleyerek, özellikle dine muhalif olanları sağlam ve anlaşılır cümlelerle, zihni aydınlatıcı, ikna edici ve düşündürücü bilgiler ve delillerle, temsil ve teşbihler getirerek, kolaylaştırıcı, sevdirici ve gönüllere etki edici bir üslûp ile ibretli şeyler, ikna edici hikâyeler anlatılarak, gönle ve duygulara hitap edilerek yapılır.

© En Güzel Mücadele:

Mücadele, bir konuyu müzakere etmek, fikir teatisinde bulunmak, görüşmek, konuşmak demektir. Bu yöntem, rakibi susturup tartışmadan, kırıcı olmadan, deliller ve etkili sözlerle konuşmak, muhatabı ikna etmeye çalışmak ve en güzel yöntemle tartışmak demektir. Bu yöntem, söze sözle karşılık veren mücadeleci insanlara karşı kullanılır. Bu yöntemde akla ve mantığa hitap edilir. Mücadelenin kırıcı olmadan, en güzel biçimde ve en yumuşak üslûpla yapılması gerekir. Bir âyette Yahudi ve Hıristiyanlarla nasıl mücadele edileceği şöyle bildirilmektedir:

وَلَا تُجَادِلُوٓا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلَّا بِالَّتٖي هِيَ اَحْسَنُۗ اِلَّا الَّذٖينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوٓا اٰمَنَّا بِالَّذٖيٓ اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَاِلٰهُنَا وَاِلٰهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

“Ey müminler! İçlerinden size zulmedenler hariç, Kitap Ehli ile ancak en güzel bir şekilde mücadele edin ve onlara şöyle deyin: Biz, bize indirilen Kur’ân’a ve size indirilen kitaplara iman ettik. Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir, aynı ilahtır. Biz Allah’a teslim olan kimseleriz.”[145]

Nahl Sûresinin 125. âyetinde İslâm’a tebliğyöntemi bildirilmiş ancak kime tebliğ edileceği bildirilmemiştir. Muhatap belirtilmeyip ifadenin mutlak zikredilmesi, umumîlik ifade eder. Dolayısıyla tebliğe muhatap, Müslüman veya gayr-i Müslim bütün insanlardır. Âyet, farklı seviyelerdeki insanlara yönelik olarak özelde İslâm davetinin, genelde ilmî ve fikrî tartışmaların, eğitim ve öğretimin önde gelen yöntemlerini özetlemektedir.

2. Yumuşak Söz İle

Yüce Allah, ilahlık iddia eden[146] azgın ve zalim[147] Firavun’a bile yumuşak söz söylenmesini emretmiştir: فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى “Ey Musa ve Harun! Firavun’a yumuşak söz söyleyin. Belki o öğüt alır veya Allah’tan korkar.”[148]

قَوْلًا لَيِّنًا Yumuşak söz; muhatabı hiddetlendirecek, kızdıracak, öfkelendirecek, onur ve gururunu rencide edecek söz söylememeyi, saygı ifade eden cümleler kullanmayı, mülayim konuşmayı, tatlı dilli olmayı, muhataba hoşlanacağı sözler söylemeyi, kaba, kırıcı ve sert sözlerden kaçınmayı ve yararını beyan etmeyi ifade eder. Yüce Allah, Peygamberimizin ashabına karşı merhametli olduğunu, kaba ve kırıcı olmadığını şöyle bildirmektedir: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَليٖظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ “Ey Peygamberim! Onlara Allah’ın bir rahmeti ile yumuşak davrandın. Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi.”[149] Bu âyet, İslâm’ı tebliğ ve ma’rûfu emretmenin, kaba ve kırıcı olmayan, yumuşak sözle yapılması gerekliliğini ifade etmektedir.

3. Etkili ve Edebi Söz İle

وَعِظْهُمْ وَقُلْ لَهُمْ فٖيٓ اَنْفُسِهِمْ قَوْلًا بَليٖغا “Münafıklara öğüt ver ve onlara içlerine nüfuz edecek etkili söz söyle.”[150]

قَوْلًا بَلٖيغًا Etkili söz; muhatabı ikna edecek, gönlünü fethedecek, duygularını harekete geçirecek, düşündürecek, aklını ve mantığını çalıştıracak güzel, iyi ve yararlı söz söylemeyi, güzel konuşmayı ifade eder. Sözün beliğ olması için; sözcüklerin iyi seçilmiş, ifadenin düzgün ve veciz, anlamın doğru ve anlaşılır olması gerekir.

4. İyi, Güzel ve Doğru Söz İle

قُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا “İnsanlara güzel söz söyleyin.”[151] âyeti, قُولُوا لِلنَّاسِ قَوْلًا حَسَنًا takdirindedir.[152] قَوْلًا حَسَنًا İyi ve güzel söz ile maksat, iyi ve tatlı söz demektir. İnsanlarla olan ilişkilerde ve konuşmalarda gönül alıcı ve iyi söz söylenmesi gerekir. Bu husus, dinin anlatımında daha da önemlidir.

5. Müjde Vererek

Müjdeleme, Kur’an’ın ifadesi ile “tebşîr”; insana sevinç veren bir şeyi haberi vermek, bütün peygamberlerin[153] ve Kur’an’ın[154] özelliklerinden biridir. “Ey Peygamberim! İman edip salih ameller işleyen kimseleri, şüphesiz onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!”[155]; “Şüphesiz bu Kur’ân, insanları ve toplumları en doğru yola götürür, şüphesiz salih ameller işleyen müminler için cennette büyük bir mükâfat olduğunu ve şüphesiz ahirete iman etmeyen kimseler için cehennemde elem veren bir azap hazırladığımızı müjdeler.”[156] Müminin hayra davet ve ma’rûfu emir görevini yaparken gerektiğinde bu yöntemi kullanması gerekir.

6. İslâm’ı Yaşayıp Örneklik Ederek

İslâm’ın emir ve yasaklarına riâyet edip örneklik ederek ma’rûfu emir görevi yerine getirilebilir. Şu âyetler, bu hususu ifade etmektedir:

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَآءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهٖيدًا “Ey Müslümanlar! İşte bu şekilde biz, Peygamber size örnek olsun, siz de insanlara örnekler olun diye sizi orta, dengeli, ölçülü ve adil bir toplum yaptık.”[157]

هُوَ سَمّٰيكُمُ الْمُسْلِمٖينَ مِنْ قَبْلُ وَفٖي هٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهٖيدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَآءَ عَلَى النَّاسِ “Allah, sizi hem daha önce hem de bu dinde Müslümanlardiye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit ve örnek olsun, siz de insanlara şahit ve örnek olun.”[158]

Bu âyetlerde geçen şehîd kelimesi inanç, söz, eylem ve davranışları ile model ve örnek kişi anlamındadır. Peygamberin, görevlerinden biri de müminlere model ve örneklik etmek idi.[159] Peygamber (s.a.s.), bu görevi en iyi bir şekilde yerine getirmiştir. Müminlerin de söz, eylem ve davranışları ile henüz mümin olmayanlara örneklik etmeleri gerekir. Âyetteki لِتَكُونُوا شُهَدَآءَ عَلَى النَّاسِ “İnsanlara şahit olmanız için” cümlesi, bu anlamı ifade eder. اُمَّةً وَسَطًا “Adil ve örnek toplum”, adil ve örnek müminlerden oluşur. Bir müminin adil ve örnek olabilmesi için Kur’an’a ve Sünnete, İslâm’ın emir ve yasaklarına uyması, Allah ve kul haklarına riâyet etmesi, Hz. Peygamber’i kendisine örnek edinmesi ve iyi bir Müslüman olması gerekir. Bu örneklik yaşayarak yapılan bir tebliğdir. Buna eski âlimler, “hâl ile anlatım” demişlerdir.

Altı maddede özetlediğimiz İslâm’ı tebliğ ve ma’rûf emretme yöntemine ilave olarak her Müslümanın dinî konuları yeterince bilmesi gerektiğini de söylememiz gerekir. Her Müslümanın detaylı olmasa bile dinin temel konularını, emir ve yasaklarını, helâl ve haramlarını bilmesi, kendi kapasitesine göre üzerine düşeni yapması, İslâm’ı tebliğ etme ve ma’rûfu emretme görevinden kendisini müstağni saymaması gerekir.

Vaaz ve irşat, eğitim ve öğretim hizmetleri ile görevli olanların, Kur’an’ı, sünneti, Hz. Peygamber’in hayatını, cemaat ve öğrencilerin durumunu, anlatım ve öğretim yöntemlerini çok iyi bilmeleri gerekir. Bu anlamda bir şeyi anlatmak isteyen kimsenin, o şeyi, usul ve esaslarıyla detaylı olarak çok iyi bilmesi gerekir. Aksi takdirde o şeyi insanlara hakkıyla anlatamaz. Bu sebeple özellikle dini tebliğ etmek, anlatmak, öğüt ve nasihatte bulunmak isteyen mümin, tavsiye etmek, anlatmak ve söylemek istediği şeyleri çok iyi öğrenmesi gerekir, aksi takdirde yanlış şeyler anlatır, bu yüzden vebale girer, kaş yapayım derken göz çıkartır.

İslâm’ı tebliğ ve ma’rûfu emreden kimsenin, insanları eleştirmeyi değil, onların İslâm konusunda bilgilenmelerini, İslâm’ı sevmelerini ve Allah’ın istediği tarzda bir Müslüman olabilmelerini hedeflemesi, Allah, peygamber, Kur’an, İslâm ve Müslümanlara cephe alınmasına sebep olabilecek söylem, eylem, yaklaşım ve ifadelerden sakınması gerekir. Şu âyet bunun delilidir: وَلَا تَسُبُّوا الَّذٖينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ فَيَسُبُّوا اللّٰهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ

“Ey müminler! Müşriklerin Allah’ın dışında taptıkları putlarına sövmeyin, çünkü onlar da haddi aşarak ve düşmanlık ederek, bilgisizce Allah’a söverler.”[160]

Bu âyet, ma’rufu emir ve münkeri men görevi yerine getirilirken üslubun yapıcı ve pozitif olması gerektiğini ifade eder.

Ma’rûfu emretmenin hükmü, emredilen şeye bağlıdır. Emredilen şey farz ise, bunu emretmek farz, emredilen şey sünnet ise bunu emretmek sünnettir. Münkeri men etmek ise her halükârda farzdır.[161]

7. Münkeri Men Etme ve Kötülüklerle Mücadele Yöntemleri

Müslümanlar, içki, kumar, fuhuş, hırsızlık, gasp, hile, aldatma, çevreyi kirletme, toplumda fitne ve fesat çıkarma, terör, hileli üretim ve benzeri haram ve kötülüklerle nasıl mücadele edecek, bu kötülükleri nasıl önleyecektir? Bu hususta Peygamberimiz (s.a.s.), şu hadisi ile her seviyedeki Müslümana bu görevi nasıl yerine getireceğinin yöntemini bildirmiştir:

مَنْ رَاَى مِنْكُمْ مُنْكرً فَلْيُغَيِّرْهُ بِيَدِهِ فَاِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِلِسَانِهِ فَاِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبِقَلْبِهِ وَذلِكَ اَضْعَفُ الْايمَانِ

“Ey müminler! Sizden kim bir münkeri, (İslâm’ın hoş görmediği söz, fiil ve davranışları, bir haramın işlendiğini) görürse hemen onu eli ile değiştirsin, eliyle değiştirmeye gücü yetmezse dili ile değiştirsin, dili ile değiştirmeye gücü yetmezse kalbi ile kötülüğü tasvip etmesin, onu protesto etsin. Bu son durum, imanın gerektirdiği amellerin en zayıf olanıdır.”[162]

Hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.), üç yöntem beyan etmiştir:

1. Kötülükleri El ile Değiştirme

Bu görev, Müslüman toplumu yönetenlere aittir. Güvenlik güçleri kötülüklerin işlenmesine müdahale ederler. Bu konuda bireye düşen görev, kötülüklerin önlenmesi konusunda güvenlik güçlerine destek olmak, suçu ve suçluları korumamak ve yetkililere bildirmektir.

2. Kötülükleri Dil ile Değiştirme

Bu yöntem; yerine ve zamanına göre her bir Müslümanın gücü ve imkânı nispetinde haramlarla, kötü ve yanlış söylem, eylem ve davranışlarla ikaz, öğüt, kınama, tavsiye ve benzeri yollarla mücadele etmektir.

3. Kötülükleri Tasvip Etmeme

Kötülüklerin önlenmesine eli ve dili ile katkıda bulunmaya gücü yetmeyen ve imkânı olmayan Müslüman, kötüleri tasvip etmemek, kötülere meyletmemek ve onlara herhangi bir şekilde destek vermemek suretiyle münkeri men görevini yerine getirmekle yükümlüdür.[163] Bu yöntem Nisâ Sûresinin 140. âyetinde şöyle beyan edilmektedir: “Ey müminler! Allah size Kur’ân’da şu hükmü indirdi: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini duyduğunuz zaman, başka söze dalıncaya kadar kâfir ve münafıklarla beraber oturmayın, aksi halde o zaman siz de onlar gibi olursunuz.”

Bu âyete göre bir Müslüman günah ve haramın işlendiği yerde, kâfir ve günahkârlarla birlikte bulunmayacaktır. Şunu bilmemiz gerekir ki küfre razı olmak küfür, şirke razı olmak şirk, nifaka razı olmak nifak, harama razı olmak haram, günaha razı olmak günahtır. “Siz de onlar gibi olursunuz” cümlesi, bu anlamı ifade eder. Bu itibarla, Müslüman, eli ve dili ile harama ve günaha engel olamıyorsa, hiç olmazsa onları tasvip etmeyecek ve onlarla birlikte günah işlenen yerde bulunmayacaktır.

اِنَّ اللّٰهَ كَتَبَ الْاِحْسَانَ عَلَى كُلِّ شَيْئٍ “Allah, her şeyde salih amelleri en güzel biçimde yapmayı farz kılmıştır”[164] hadisinde beyan edildiği gibi Müslümanın, her görevinde olduğu gibi hayra davet, ma’rûfu emir ve münkeri men görevini de en iyi bir şekilde yapması gerekir.

Mümin, dini tebliğ, insanları hayra davet, ma’rûfu emir ve münkeri men görevini usul ve esaslarına uygun olarak en iyi şekilde yapmaya çalışır, sonucu Allah’a bırakır. Her davet, ma’rûfu emir ve münkeri men görevini yapmak, sonuç vermeyebilir. Bu durum, peygamber ve salihler için de söz konusudur. Mesela Hz. Musa’nın bütün çabalarına rağmen, Firavun iman etmemiştir. Peygamberimizin bütün gayretlerine rağmen amcası Ebû Leheb Müslüman olmamıştır.

4. Sakındırma

Sakındırmak, Kur’an’ın ifadesi ile “inzar”, kötü bir şeyin yapılmasına korkutarak engel olmak, “ilerde şu afet, musibet ve kötülük var, şu azap var, şu sıkıntı var, sakın!” diye doğru yolu göstermek[165] bütün peygamberlerin[166] ve Kur’an’ın[167] özelliklerinden biridir. Peygamberler, inkâr edip isyan eden ve zulümde ısrar edenleri dünyada afet ve musibetle, âhirette cehennem azabı ile uyarmış, bu şekilde şirk, inkâr, isyan, günah ve zulümden insanları sakındırmışlardır. Müminin münkeri men görevinde gerektiğinde bu yöntemi kullanması gerekir.

8. Fâsık Kimse, Ma’rûfu Emredebilir ve Münkeri Men Edebilir mi?

“Fısk”; hak yoldan, dinden çıkmak, istikametten ayrılmak, Allah ve Peygamberine isyan etmek, dinin belirlediği sınırları aşmak ve günaha dalmaktır. Sözlük anlamında “fısk”, bir bitkinin kabuğundan, bir hayvanın yuvasından ve bir insanın yoldan çıkması gibi hakikî anlamda iken din dilinde inkâr ve isyan etmek gibi mecazî anlamda kullanılır. Allah ve peygambere itaati terk eden, dinî emir ve yasaklara riâyet etmeyen kimselere fâsık denir. Her kâfir fâsıktır, iman ettiği halde namaz kılmamak gibi bir farzı terk eden veya yalan söylemek gibi bir yasağı ihlâl eden Müslüman da fâsık olur.[168]

Fâsık mümin, kendisi uygulayamasa bile ma’rûfu emredebilir, münkeri men edebilir mi? Söz gelimi farz olduğuna inandığı halde tembellik edip namaz kılmayan bir mümin, başkalarına namaz kıl diyebilir mi? Sigara içen bir mümin, başkalarına sigara içmeyin diyebilir mi? Müminin her şeyden önce bizzat kendisinin ilâhî emir ve yasaklara uyması, söylediklerini kendisi uygulaması gerekir. Yüce Allah, ,اَتَاْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ “Siz kitabı okuduğunuz hâlde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?”[169] buyurmaktadır. Yüce Allah, Kur’an’da insanları Allah’a çağıran kimsenin sözünün güzel olması için, kişinin Müslüman olması ve salih amel işlemesi gerektiğini bildirmektedir.[170] İnsanın davranış hâline getirdiği şeyleri başkasına söylemesi sözün tesirini arttıran bir faktördür. Yüce Allah, peygamberimize, فَادْعُۚ وَاسْتَقِمْ كَمَآ اُمِرْتَ “İnsanları İslâm’a davet et ve emredildiğin gibi dosdoğru ol”[171] buyurmuştur. Hitap, Peygamberimize, aynı zamanda bütün müminleredir. Bu itibarla müminin emredeceği ma’rûfu yerine getirmesi, men edeceği münkeri terk etmesi gerekir. Mümin dinî bir emir ve yasağa uymazsa Allah ve peygambere itaati terk etmiş olur, ma’rûf emretmez ve münkeri men etmezse aynı şekilde Allah ve peygambere itaati terk etmiş olur. Bu konuda Fahruddîn er-Râzî şöyle demektedir: “Fâsık insanın ma’rûfu emretme görevi vardır, çünkü onun hem bu münkeri terk etmesi, hem insanları bu münker olan şeyden men etmesi gerekir, farz olan iki görevden birini terk etmesi, diğer farzı terk etmesini gerektirmez.”[172]

Bazen uyguladığı ve gayret ettiği, usul ve esasa uyduğu halde salih bir müminin hayra daveti, ma’rûfu emir ve münkeri men görevi etkili olmaz, fâsık bir insanın sözü etkili olabilir ve sonuç getirebilir. Mesela sigara ve içki içen bir Müslüman, “gençlere ben alıştım bırakamıyorum ve zararını görüyorum siz sakın sigara ve içki içmeyin” derse etkili olabilir. Sonuç verir vermez diye düşünmeden, salih veya fâsık her Müslümanın bilgisi, gücü ve imkânı nispetinde ma’rûfu emir ve münkeri men etmesi gerekir.

9. Hayra Davet, Ma’rûf Emir ve Münkeri Men Görevinin Yapılacağı Zaman ve Mekân

Âyet ve hadislerde hayra davet, ma’rûfu emir ve münkeri men görevi mutlak olarak zikredilmiş, zaman ve mekân beyan edilmemiştir. Görev, fırsat ve imkân bulunan, gerekli ve uygun olan her yer ve her zaman yapılabilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Nûh peygamberin, insanları gece ve gündüz, gizli ve açıktan hakka davet ettiği bildirilmektedir.[173] Peygamberimiz ve sahâbe hayra davet, ma’rûfu emir ve münkeri men görevini cami ve cami dışında her yerde yapmıştır. Şu örnekleri verebiliriz:

1. Peygamberimiz (s.a.s.) Medine pazarında bir buğday yığınına uğrar, elini buğdayın içine daldırır. Parmaklarına ıslaklık bulaşır. Bunun üzerine, مَا هَذَا يَا صَاحِبَ الطَّعَامِ “Ey buğday sahibi! Bu nedir?” diye sorar. Buğday sa-hibi, أَصَابَتْهُ السَّمَاءُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ “Yağmur ıslattı ya Resûlallah” diye cevap verir. Hz. Peygamber (s.a.s.), أَفَلَا جَعَلْتَهُ فَوْقَ الطَّعَامِ كَيْ يَرَاهُ النَّاسُ مَنْ غَشَّ فَلَيْسَ مِنِّي “Islak olan kısmını insanların görmesi için buğdayın üstünde tutman gerekmez miydi? Aldatan benden değildir” buyurmuş, kötülüğe müdahale etmiştir.[174]

2. “Resûlullah (s.a.s.) Medine’de Mescide gider, hemen akabinde bir Müslüman da mescide girer ve namaz kılar, sonra gelip Hz. Peygamber’e selam verir. Hz. Peygamber selamı alır ve adama, “Dön namazı yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın” der. Adam dönüp daha önce kıldığı gibi namazı kılar, sonra gelir ve Hz. Peygambere selam verir. Hz. Peygamber selamını alır, sonra adama, “Dön namazı yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın” der. Adam üç defa bu şekilde yeniden namaz kılar, her seferinde Hz. Peygamber, “Dön namazı yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın” der. Peygamber (s.a.s.), üçüncü defadan sonra adam, “Ey Allah’ın Elçisi! Seni hak olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki bundan daha güzelini yapamam, bana namazı öğret” der. Hz. Peygamber bu zata namazı nasıl kılacağını öğretir.[175]

SONUÇ

İnsanlar, hayra ve şerre, iyiye ve kötüye, doğruya ve yanlışa, hakka ve batıla, imana ve inkâra, itaate ve isyana, ihlâsa ve riyaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır, ancak doğuştan şerli, kötü, kâfir, münafık, âsi ve riyakâr değillerdir. İnsanların, hayra, iyiye, doğruya, hakka, imana, itaate ve ihlâsa yönelmeleri ancak bu yönde eğitim ve öğretim görmeleri, edep ve terbiye almaları, vaaz ve nasihat dinlemeleri, Allah’ın lütfu ve hidâyeti ile mümkün olur. Bu itibarla insanların eğitim ve öğretime, yönlendirmeye, öğüt ve nasihate ihtiyaçları vardır. Hiçbir insan bundan müstağni değildir. Ayrıca ma’rûfu emretmek ve teşvik etmek, münkeri men etmek ve önlemeye çalışmak her müminin görevidir. Peygamberler ve kutsal kitapların gönderilme gayeleri de insanları hakka çağırıp onları batıldan uzaklaştırmak, yeryüzünde zulmü önleyip adaleti ve takvayı hâkim kılmaktır.

Kur’an, insanları iyiye, doğruya ve gerçeğe götürmek, kötülüklerden ve yanlışlıklardan uzaklaştırmak için ilahî bir duyurudur.[176] Bu duyurunun herkese ulaştırılması gerekir. Allah yoluna davet, övgüye lâyık ve beğenilecek bir davranıştır. Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye, “Allah’a yemin ederim ki senin vesilenle Allah’ın bir insana hidâyet vermesi, senin için bir sürü kırmızı deveden daha hayırlıdır”[177] sözü bu görevin önemini ifade etmektedir. Bu görevin ifası ve en iyi bir şekilde yerine getirilebilmesi için İslâm’a davet edecek, ma’rûfu emredecek ve münkeri men edecek kimsenin, Kur’an’ı ve Sünneti bilmesi gerekir. Çünkü Kur’an, İslâm’ın ana kaynağı, hadisler de Kur’an’ın beyanıdır.

Arapçada edatlar (cer harfleri) fiillere etki eder ve anlamını değiştirirler. Mesela رغب وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ âyetinde[178] اِلٰى edatı ile “yönelmek”, وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ اِبْرٰهٖيمَ اِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُ âyetinde[179] عَنْ edatı ile “yüz çevirmek” anlamına kullanılmıştır. Arapça’da “min” edatı, cümlelerde değişik anlamlarda mesela, iptidaiye, beyaniyye, ba’zıyye, zaide ve bedel olarak kullanılır.[180] Makalemize konu edindiğimiz Âl-i İmrân Sûresinin 104. âyetinin ilk cümlesinde geçen “min” edatı ba’zıyye veya beyaniyye olabilir. Ba’zıyye olursa âyette hayra davet, ma’rûfu emir ve münkeri men görevi, toplumda bir gruba, eğer beyaniyye olursa bütün Müslümanlara yüklenmiş olur. Geçmişten günümüze müfessirlerden âyetteki “min” edatına beyaniye anlamı da ba’zıyye anlamı da verenler olmuştur. Türkçe meallerde “min” edatı hep ba’zıyye anlamı esas alınarak âyete anlam verilmiştir. Mesela DİB Yayını “Kur’ân-ı Kerim Meâli”nde[181] âyete “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir toplum bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır” şeklinde anlam verilmiştir. Âyetteki “min” edatı ba’zıyye olarak alınırsa meâl doğrudur, ancak “min” edatı âyette ba’zıyye değil, beyaniyyedir. Yukarıda izah ettiğimiz gibi buna hem âyetin son cümlesi, hem konu ile ilgili diğer âyetler ve hadisler delildir. Bu itibarla biz âyete, “Ey müminler! Siz insanları hayra çağıran, ma’rûfu, İslâm’a ve akl-ı selime uygun olan iyi şeyleri emreden ve münkeri, İslâm’a ve akl-ı selime aykırı olan kötü şeyleri men eden bir toplum olun. İşte bu kimseler var ya onlar, kurtuluşa erenlerdir”[182] şeklinde anlam vermenin daha doğru olduğu kanaatindeyiz. Çünkü hayra davet, ma’rûfu emir ve münkeri men görevi, Allah ve peygamberinin müminlere kesin emridir, bu itibarla bu görevle toplumun belirli bir grubu değil, her bir ferdi sorumludur. Müslüman bir toplumda bu görev iki şekilde yerine getirilir:

1. Bu alanda iyi yetişmiş bir heyet bu görevi yerine getirir. Bu, Tevbe Sûresinin 122. âyetinin gereğidir. Yüce Allah, bu âyetin ikinci cümlesinde müminlerden bir grubun لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّٖينِ “dinde tefekkuhetmeleri” ve وَلِيُنْذِرُوا “toplumlarını uyarmaları için” savaşa katılmamaları gerektiğini bildirmektedir. “Dinde tefekkuh”; dini iyi öğrenmek, dinin temel kaynakları olan âyet ve hadislerin ne dediğini ve ne demek istediğini doğru ve detaylı bir şekilde anlamak ve kavramaktır. “Dinde tefekkuh”, farz-ı kifâye bir görevdir. Hadis âlimi imam Buhârî (ö. 256/870), el-Câmi’u’s-sahîh adlı eserinde, اَلْعِلْمُ قَبْلَ الْقَوْلِ والْعَمَلِ غَشَّ فَلَيْسَ “İlim, söz/iman ve amelden öncedir” demiş ve فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَا اِلَهَ اِلَّا اللّٰه “Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur”[183] anlamındaki âyeti delil olarak zikretmiştir.[184] Çünkü ilim olmadan Allah’ı, Peygamber’i ve kitabı tanımak, gerçek anlamda iman ve ibadet etmek mümkün de-ğildir. En faziletli ve en değerli amel, ilim tahsilidir. Hiçbir amel ilme denk düşmez. İlme, eğitim ve öğretime vurgu yapan birçok âyet ve hadis vardır: “Kur’ân’da verilen örnekleri ancak âlimler düşünüp anlarlar.”[185] “Kulları içinde Allah’tan ancak âlim olanlar korkarlar.”[186] “De ki: Hiç bilenlerle bilme-yenler bir olur mu?”[187] “De ki: Rabbim ilmimi artır.”[188] anlamındaki âyetler ile مَنْ يُرِدِ اللّٰهُ خَيْراً يُفَقِّهْهُ فِي الدِّينِ “Allah kime hayır murat ederse onu dinde fakih yapar”[189] hadis ve benzerleri[190] ilmin önemini ve gerekliliğini ifade eder. Bu itibarla irşat heyetinde görev alan kişilerin; dini, ana kaynaklarından anlayacak şekilde çok iyi öğrenmeleri gerekir. Ülkemizde toplumu din konusunda aydınlatma görevi 633 sayılı kanun ile Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiştir. Başkanlık bu görevini, hutbe, vaaz ve irşat, radyo ve televizyon programları, basılı yayınlar, panel, seminer ve konferans ve benzeri etkinliklerle yerine getirmektedir.

2. Her bir Müslüman, bilgisi, gücü ve imkânı nispetinde bu görevi yerine getirir. Yüce Allah, Kur’an’da her Müslümanı, insanları hayra davet, İslâm’ı tebliğ, ma’rûfu emir ve münkeri men görevi ile sorumlu tutmuştur. Bu konudaki âyetleri ve hadisleri yukarıda zikretmiştik. Her Müslüman, birinci gruptaki heyet kadar derinlemesine Kur’an’ı ve Sünneti öğrenmemiş olsa bile İslâm’ın emir ve yasaklarını, helâl ve haramlarını, ilke ve hükümlerini bilmekle, bildiklerini uygulamak ve diğer insanlara anlatmakla yükümlüdür. Her Müslümanın genel hatları ile İslâm’ın ana konularını bildiği söyleyebiliriz. Mesela namaz kılmanın ve oruç tutmanın, zenginlerin zekât vermesinin, imkânı olanların hacca gitmesinin gerektiğini, içki içmenin, kumar oynamanın, zina etmenin, insan öldürmenin, hırsızlık yapmanın ve yalan söylemenin haram olduğunu her Müslüman bilir. Dolayısıyla her Müslümanın bildiği kadarı ile hayra davet, ma’rûfu emir ve münkeri men yapması gerekir. Müslümanlar, bu görevi, toplumda bir gruba havale edip bir kenara çekilemezler, kendilerini bu görevden müstağni tutamazlar. İslâm ahlâkına uygun bir toplumun oluşturulması toplumda iyiliklerin, dürüstlüğün, temel halklara saygının hâkim olması, kötülüklerin, haramların, günahların, zulmün, fitne ve fesadın önlenmesi ancak bu şekilde mümkün olur.

Toplumda otokontrol ile kötülükler önlenebilir. Çağdaş toplumlarda otokontrol vatandaşlık görevi kabul edilir, suç işleyenler ve kuralları ihlâl edenler, yetkili mercilere ihbar edilir. Bu, jurnalcilik değil, münkeri men görevidir. Böyle olmazsa hırsızlık, arsızlık, ahlâksızlık, yankesicilik, gasp, fuhuş, zulüm, fitne ve fesat başını alıp gider. Sokak ve caddelerde güven ve huzur içinde yürünmez olur. İnsan evini ve dükkânını bırakıp gittiğinde acaba hırsız mı girecek diye gözü arkada kalır. Hoşgörü diye hırsızlara ve arsızlara gereken yasal ceza ve toplumsal tepki verilmezse, mal ve can güvenliğikalmaz. Dükkânlar, iş yerleri soyulur, otolar çalınır, üreticiler bozuk ve hileli mal üretip piyasaya sürerler, insanlar aldatılır. Bu itibarla konu başındaki âyet ve benzerleri, iyilik ve güzelliklerin yaygınlaşması, kötülük, edepsizlik ve ahlâksızlığın önlenmesi, İslâm’ın bilinmesi ve yaşanması için her Müslümana görev yüklemektedir. Herkes bilgisi ve gücü nispetinde yazılı veya sözlü, davranış biçimi veya tepkisi ile bu görevi yapmak, en azından yapanlara destek vermekle yükümlüdür. Öğretmenlerin, öğrencilerine, amirlerin memurlarına, işverenlerin, çalışanlarına, anne ve babaların çocuklarına ma’rûfu emir ve münkeri men görevini yapmaları gerekir. Ayrıca şuna da ifade edelim ki her insanın iyiye yönlendirilmeye ve öğüde ihtiyacı vardır. Yüce Allah, Kur’an’da öğüdün müminlere fayda vereceğini bildirmektedir.[191]

“Hayra davet, ma’rûfu emir ve münkeri men görevini toplumdan bir kısım Müslüman yaparsa görev yerine getirilmiş olur, diğer Müslümanlardan sorumluluk düşer” söylemini genel olarak değil, bir yerde, bir mecliste, mesela bir camide, bir salonda, radyo veya televizyonda bu görevi bir Müslüman yerine getiriyorsa, bunu o meclisteki insanlar için düşünmemiz gerekir. Başka zaman ve başka yerlerde, duruma göre her Müslüman bu görevle sorumludur. Müslüman toplumda iyiliğin ve hayrın, sulh ve sükûnun hâkim olması, kötülük, günah, fitne ve fesadın, haram, hile, fuhuş ve ahlâksızlığın önlemesi için her müminin görev ve sorumluluğu vardır. Hiçbir mümin, bu görevden kendini müstağni sayamaz.


Anahtar Kelimeler: Âyet, Ma’rûf, Emir, Münker, Hayır, Davet.

Hajj, which deeply affects human life and is a rehearsal for the hereafter, is a universal worship that is emphasized in the Qur’an. The worship, which is performed by a large and organized mass, is of a nature that can be handled and evaluated in many aspects. The verses related to hajj were revealed gradually over a long period of time, and hajj became obligatory during the Madinah period when the Muslims had gained strategic superiority. Separate studies have been conducted in this field, jurisprudential issues on hajj have been examined in depth, and works have been produced to analyze the sociological and psychological dimensions of the subject. Here, on the other hand, it is aimed to conduct a Qur’an-centered research by identifying the verses of hajj in the Qur’an and taking into account the environment, conditions and process in which they were revealed. In our research, the Makki verses and the Madani verses have been subjected to a chronological analysis under separate headings, some conclusions have been made based on the main sources, especially the sources of tafsir, and the subject has been examined from a systematic point of view, taking into account the process of occurrence of the verses related to hajj.

Keywords: Tafsir, Qur’an, Hajj, Verse, Revelation.

SUMMARY

The Quranic dispensations should be properly understood to be well guided. The scope of the mis-sion, which is associated with dawah (calling to guidance), enjoining what is the good, and forbidding what is the evil, has so far been understood in varying ways in part because of the interpretations of Verse 104 in Surah Al-Imran. This variety of opinions stems from the function of “min,” a preposition in the verse. In fact, the task of calling to guidance, encouraging good, and forbidding evil becomes incumbent on every Muslim as an individual obligation if the min is taken as declarative (bayaniyya); and it reads as a communal obligation if it is taken partitive (baziyya). Indeed, the exegetes have inter-preted the verse by attributing a declarative or partitive sense to the cited preposition.

The translations of the Quran present the preposition min in a partitive sense. For instance, the verse 104 reads in the “Translation of the Qur’an” published by the Turkish Presidency of Religious Affairs, as “Let there be a group among you who call others to goodness, enjoin what is good, and forbid what is evil. It is they who attain salvation.” The meaning may be accurate with reading min partitively. However, the preposition min in this verse is declarative, not partitive. This position is warranted by relating it to the last sentence of the verse, analyzing relevant other verses, and considering the hadith literature. Therefore, this paper argues and explains that the verse must be properly and better translated as: “O believers! Be a society who call others to goodness, enjoin what is good in faith and reason, and forbid what is evil against faith and reason. It is they who attain salvation.” Holistically, as well, the mission of dawah, enjoining good, and forbidding evil is a definitive command given by God and the Prophet to the believers, and thus it is an individual obligation, not a communal one. The Muslim socie-ty undertakes this mission on two specific levels.

1. A competent committee carries it out. This is a requirement cited in Surah at-Tawbah, verse 122. The second sentence of this verse states that a group of the Muslims should not go fight in the coming war in order for them to “acquire knowledge in faith” and “warn their people when they return to them.” In this context, the acquisition of knowledge in faith is to study faith and comprehend the breadth and depth of meanings in verses and hadiths, which are the foundational sources of the faith.

2. Individual Muslims carry it out all within the realm of their own knowledge, capacity, and ability. God holds believers to be responsible with the mission of calling others to guidance, enjoining the good, and forbidding the evil. Though the believers may not possess as deep religious knowledge as those in the committee, every believer is required by faith to know what is good or evil, what is permis-sible or prohibited, to act upon this knowledge, and share it with others. Likewise, the Muslims cannot passively step aside, nor consider themselves exempt from the good-enjoining, evil-forbidding task simply by delegating it to a group. Individual actions auto control mechanisms can thus develop and help build a society based on Islamic morals, to avert the evil, wrongdoing, oppression, corruption, and tribulations, and to eventually spread the goodness, honesty, and human rights.

KAYNAKÇA DiPNOTLAR

Ahmed b. Hanbel. el-Müsned. thk. Şuayb Arnaût. Beyrût: Müessesetü’r-Risâle, 2001.

Altuntaş, Halil – Şahin, Muzaffer. Kur’ân-ı Kerim Meâli. Ankara: DİB Yayınları, 2. Basım, 2005.

Beğavî, Ebû Muhammed el-Hasan b. Mes’ûd. Me’âlimü’t-tenzîl fî tefsîri’l-Kur’ân. Beyrût: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabiyyi, 1420.

Beydâvî, Ebû Sa’îd Abdullah b. Ömer. Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl. Beyrût: Dâru İhyâü’t-Türâsî’l-Arabiyyi, 1418.

Beyhakî, Ahmed b. el-Huseyin. es-Sünenü’l-kübrâ. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2003.

Buhârî, Muhammed b. İsmâîl. el-Câmi’us-sahîh. İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981.

Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’âs. es-Sünen. İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981.

Ebû Hayyan, Muhammed b. Yûsuf. el-Bahru’l-muhît fi’t-tefsîr. Beyrût: Dâru’l-Fikr, 1420.

Hatîb, Abdülkerîm Yunus. Tefsîrü’l-Kur’ân li’l-Kur’ân. Beyrût: Dâru’l-Fikri’l-Arabiyyi, ts.

İbn Ahmed, Muhammed. el-Bahru’l-medîd fî tefsîri’l-mecîd. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2002.

İbn Âşûr, Muhammed Tâhir. et-Tenvîr ve’t-tahrîr. Tunus: ed-Dâru bi’t-Tunusiyye, 1984.

İbn Atiyye, Ebû Muhammed Abdülhak b. Gâlib. Muharrarü’l-vecîz fî tefsîri îcâzi’l-beyân an me’âni’l-Kur’ân. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1422.

İbnül-Cevzî, Ebü’l-Ferac Abdurrahman b. Ali. Zâdü’l-mesîr fî ‘ilmi’t-tefsîr. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-Arabîyyi, 1422.

İbn Cüzey, Ebü’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed. et-Teshîl li ulûmi’t-tenzîl. Beyrût: Dâru’l-Erkam, 1416.

İbn Ebî Hâtim, Ebû Muhammed Abdürrahman b. Muhammed. Tefsîru’l-Kurâni’l-azîm. thk. Es’ad Muhammed et-(:::). Suud: Mektebetü Nezzâr Mustafa el-Bâz, 1419.

İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed. el-Musannef fi’l-ehâdîsi ve’l-âsâr. Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, 1409.

İbn Ebî Talib, Mekkî. el-Hidâye ilâ bülûği’n-nihâye. b.y.: Mecmûatü Buhûsi’l-Kitab ve’s-Sünne, 2008.

İbn Ebî Zemenîn, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah. Tefsîrü’l-Kur’âni’l-azîz. Kahire: y.y., 2002.

İbn Fürs, Ebû Muhammed Abdülmün’ım b. Abdürrahîm. Ahkâmü’l-Kur’ân. Beyrût: Dâru İbn Hazm, li’t-Tibâati ve’n-Neşr ve’t-Tevzî’, 2006.

İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İsmail b. Ömer. Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm. b.y.: Dâru’t-Tayyibe, 1999.

İbn Mülakkın, Ebû Hafs Sirâcüddin Ömer b. Ali. el-Lübâb fî ulûmi’l-kitâb. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1998.

Karagöz, İsmail. Kur’ân’ın Temel Kavramları. Ankara: DİB Yayınları, 2. Basım, 2022.

Karagöz, İsmail. Allah Kelamı Kur’ân Anlamı ve Tefsiri Açıklamalı ve Kırık Meâli. Ankara: Kar Yayınları, 2020.

Kâsımî, Muhammed Cemâlüddin b. Muhammed. Mehâsînü’t-te’vîl. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1418.

Kınnûcî, Ebû Muhammed Muhammed Sıddıkhan. Fethu’l-beyân fî makâsidi’l-Kur’ân. Beyrût: el-Mektebetü’l-Asriyye, 1992.

Kirmânî, Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Hamza. Garâibü’t-tefsîr ve acâibü’t-te’vîl. Cidde: Dâru’l-Kıbleti li’s-Sekâfeti’l-İslâmiyyeti, ts.

Kurtubî, Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed. el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân. Kahire: Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye, 1964.

Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed. Te’vîlâtü Ehli’s-sünne. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2005.

Merâğî, Ahmed b. Mustafa. et-Tefsîr. b.y.: Şirketü Mektebe ve Matbaa Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1946.

Mes’ûd, Cübran. er-Râid mu’cemün lügaviyyün asriyyün. Beyrût: Dâru’l-İlmi li’l-Melâyîn, 1978.

Mukâtil b. Süleymân. Tefsîr. Beyrût: Dâru İhyâü’t-Türâsî, 1423.

Nesefî, Ebü’l-Berekât Abdullah b. Ahmed. Medâriku’t-tenzîl ve hakâiku’t-te’vîl. Beyrût: Dâru’l-Kelimi’t-(:::), 1998.

Nîsabûrî, Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyrî. el-Câmi’us-sahîh. İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981.

Nîsâbûrî, Nizâmeddîn el-Hasan b. Muhammed. Garâibi’l-Kur’ân ve râğâibü’l-fürkan. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1416.

Râğıb el-İsfehânî, Ebü’l-Kâsım el-Huseyin b. Muhammed. el-Müfredât fî garîbi’l-Kur’ân. b.y.: Külliyetü’l-Âdâb, 1999.

Râzî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer. Mefâtîhu’l-gayb. Beyrût: Dâru İhyâi’t-Türâsî’l-Arabî, 2. Basım, 1420.

Sa’âlibî, Ebû Zeyd Abdürrahman b. Muhammed. el-Cevâhiru’l-hisân fî tefsîri’l-Kur’ân. Beyrût: Dâru İhyâit-Türâsi’l-Arabî, 1418.

Sa’lebî, Ebû İshak Ahmed b. Muhammed. el-Keşfü ve’l-beyân an tefsîri’l-Kur’ân. Beyrût: Dâru İhyâi’t-Türâsî’l-Arabî, 2002.

Sem’ânî, Ebü’l-Muzaffer Mansur b. Muhammed. Tefsîrü’l-Kur’ân. Riyâd: Dâru’l-Vatan, 1997.

Semerkandî, Ebü’l-Leys Nasr b. Muhammed. Bahru’l-ulûm. b.y.: y.y., ts.

Şa’râvî, Muhammed Mütevellî. et-Tefsîr. b.y.: Metâbi’u Ahbâri’l-Yevm, 1997.

Şevkânî, Munhammed b. Ali. Fethu’l-kadîr. Beyrût: Dâru İbn Kesîr, 1424.

Taberânî, Süleyman b. Ahmed. el-Mu’cemü’l-kebîr. Kahire: Mektebetü İbn Teymiyye, 1994.

Taberî, Muhammed b. Cerîr. Câmi’ul-beyân an te’vili âyi’l-Kur’ân. b.y.: Müessesetü’r-Risâle, 2000.

Tîbî, Şerfüddin el-Huseyin b. Abdullah. Fütûhu’l-gayb fi’l-keşfi an kınâ’r-rayb. b.y.: y.y., 2013.

Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsâ b. Sevrâ. es-Sünen. İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981.

Vâhidî, Ebü’l-Hasan Ali b. Ahmed. el-Vecîz fî tefsîri Kitâbi’l-azîz. Beyrût: Dâru’n-Neşr, 1415.

Vâhidî, Ebü’l-Hasan Ali b. Ahmed. el-Vasît fî tefsîri Kitâbi’l-azîz. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1994.

Zuhaylî, Vehbe b. Mustafa. et-Tefsîru’l-münîrw. Dımaşk: Dâru’l-Fikri’l-Mu’âsır, 1418.

Zemahşerî. el-Keşşaf an hakâiki gavâmidi’t-tenzîl. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, 3. Basım, 1407.

Zeccâc, Ebû İshak İbrahim b. es-Serî. Me’âni’l-Kur’ân ve i’râbühû. thk. Abdülcelil Abdüşşelebî. Beyrût: Âlemü’l-Kütüb, 1988.


[1] “وَهُوَ الَّذٖي َعَلَكُمْ خَلَآئِفَ الْاَرْضِ (O Allah ki sizi yeryüzünün halifeleri yaptı.)”, el-En’âm 6/135.

[2] “هُوَ الَّذٖي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَمٖيعًا (O Allah ki, yeryüzünde bulunan varlıkların hepsini sizin için yarattı.)”, el-Bakara 2/29; “وَسَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ جَمٖيعًا مِنْهُ (Allah, göklerdeki Güneş, Ay, yıldızlar, bulutlar ve diğer varlıkların ve yerdeki hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, ırmaklar ve diğer varlıkların hepsini kendinden bir lütuf olarak hizmetinize ve istifadenize verdi.)”, el-Câsiye 45/13.

[3] “وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ (Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.)”, ez-Zâriyât 51/56.

[4] “ فِطْرَةَ اللّٰهِ الَّتيٖ فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ (Allah, insanları fıtrat dini İslâm üzerine yarattı.)”, er-Rûm 30/30.

[5] “وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّآ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ (Ancak akıllı ve sağduyulu kimseler, âyetleri düşünüp anlayabilirler.)”, Âl-i İmrân 3/7.

[6] “وَلَقَدْ بَعَثْنَا فٖي كُلِّ اُمَّةٍ رَسُولًا (Andolsun biz, her topluma bir peygamber gönderdik.)”, en-Nahl 16/36.

[7] “لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَاَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ (Yemin ederim, biz peygamberlerimizi açık mucizeler ve dinî kurallarla gönderdik ve elçilerimizle birlikte kitaplar indirdik.)”, el-Hadîd 57/25; el-Bakara 2/213.

[8] “هُدًى لِلنَّاسِ (Kur’ân bütün insanlar için rehberdir.)”, el-Bakara 2/185.

[9] “فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبٖينُ (Peygamberlere düşen görev, insanları imana zorlamak değil, sadece İslâm’ı apaçık bir tebliğdir.)”, en-Nahl 16/35.

[10] “وَمَآ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوحٖيٓ اِلَيْهِ اَنَّهُ لَآ اِلٰهَ اِلَّآ اَنَا۬ فَاعْبُدُونِ (Ey Peygamberim! Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ancak ona, “Şüphesiz benden başka hiçbir ilah yoktur, bu itibarla sadece bana ibadet edin” diye vahyetmiş olmayalım.)”, el-Enbiyâ 21/25.

[11] “فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيّٖنَ مُبَشِّرٖينَ وَمُنْذِرٖينَ (Allah, insanlara müjdeci ve uyarıcı peygamberler gönderdi.)”, el-Bakara 2/213.

[12] Âl-i İmrân 3/19.

[13] Âl-i İmrân 3/33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, thk. Şuayb Arnaût (Beyrût: Müessesetü’r-Risâle, 2001), 5/178.

[14] el-Ahzâb 33/40.

[15] Bk. Âl-i İmrân 3/110.

[16] Bk. et-Tevbe 9/122.

[17] el-Kehf 18/110.

[18] el-Haşr 59/18.

[19] Ebû İshak Ahmed b. Muhammed es-Sa’lebî, el-Keşfü ve’l-beyân an tefsîri’l-Kur’ân (Beyrût: Dâru İhyâi’t-Türâsî’l-Arabî, 2002), 3/122.

[20] Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb (Beyrût: Dâru İhyâi’t-Türâsî’l-Arabî, 1420), 8/314.

[21] Bk. el-Bakara 2/128, 213.

[22] en-Nahl 16/120.

[23] Ebû Muhammed Abdürrahman b. Muhammed İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘azîm, thk. Es’ad Muhammed et-(:::) (Suud: Mektebetü Nezzâr Mustafa el-Bâz, 1419), 3/727.

[24] Ebû İshak İbrahim b. es-Serî ez-Zeccâc, Me’âni’l-Kur’ân ve i’râbühû, thk. Abdülcelil Abdüşşelebî (Beyrût: Âlemü’l-Kütüb, 1988), 1/452.

[25] Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-Sünne (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2005), 2/448; Zemahşerî, el-Keşşâf an hakâiki gavâmidi’t-tenzîl (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, 1407), 1/396.

[26] Bk. Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-Sünne, 2/448.

[27] Zeccac, Me’âni’l-Kur’ân ve i’râbühû, 1/45.

[28] Nizâmeddîn el-Hasan b. Muhammed en-Nîsâbûrî, Garâibi’l-Kur’ân ve râğâibü’l-furkân (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1416), 2/227.

[29] Razî, Mefâtîhu’l-gayb, 8/315.

[30] Razî, Mefâtîhu’l-gayb, 8/315.

[31] Mekkî b. Ebî Talib, el-Hidâye ilâ bülûğu’n-nihâye (by.: Mecmûatü Buhûsi’l-Kitab ve’s-Sünne, 2008), 2/1089.

[32] İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm, 3/726.

[33] et-Tevbe 9/41.

[34] et-Tevbe 9/39.

[35] “ مَتَى قَامَ بِهِ الْبَعْضُ سَقَطَ عَنِ الْبَاقِينَ” Razî, Mefâtîhu’l-gayb, 8/314-315; Ebû Sa’îd Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl (Beyrût: Dâru İhyâi’t-Türâsî’l-Arabi, 1418), 2/31.

[36] Ebü’l-Leys Nasr b. Muhammed es-Semerkandî, Bahru’l-ulûm (b.y.: y.y., ts.), 1/236.

[37] Mukâtil b. Süleymân, Tefsîr (Beyrût: Dâru İhyâi’t-Türâs, 1423), 1/393.

[38] Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmi’ul-beyân an te’vili âyi’l-Kur’ân (b.y.: Müessesetü’r-Risâle, 2000), 7/90.

[39] İbn Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kurâni’l-azîm, 3/726.

[40] “أن جماعة منهم إذا قاموا على الأمر بالمعروف، والنهي عن المنكرسقط ذلك عن الآخرين” Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-Sünne, 2/448.

[41] Zemahşerî, el-Keşşâf, 1-396.

[42] Razî, Mefâtîhu’l-gayb, 8/314-315.

[43] Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed el-Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân (Kahire: Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye, 1964), 4/165.

[44] Ebü’l-Berekât Abdullah b. Ahmed en-Nesefî, Medâriku’t-tenzîl ve hakâiku’t-te’vîl (Beyrût: Dâru’l-Kelimi’t-(:::), 1998), 1/280-281.

[45] İbn Cüzey Ebü’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed, et-Teshîl li ulûmi’t-tenzîl (Beyrût: Dâru’l-Erkam, 1416), 1/16.

[46] Ebü’l-Fidâ İsmail b. Ömer b. Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm (b.y.: Dâru’t-Tayyibe, 1999), 2/9.

[47] Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr fî ‘ilmi’t-tefsîr (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, 1422), 1/312.

[48] Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, Fethu’l-kadîr (Beyrût: Dâru İbn Kesîr, 1424), 1/423.

[49] Muhammed Cemâlüddin b. Muhammed el-Kâsımî, Mahâsînü’t-te’vîl (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1418), 2/374.

[50] Ahmed b. Mustafa el-Merâğî, et-Tefsîr (b.y.: Şirketü Mektebe ve Matbaa Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1946), 4/23.

[51] Ebû Muhammed Muhammed Sıddıkhan el-Kınnûcî, Fethu’l-beyân fî makâsidü’l-Kur’ân (Beyrût: el-Mektebetü’l-Asriyye, 1992), 2/30.

[52] İbn Fürs Ebû Muhammed Abdülmün’ım b. Abdürrahîm, Ahkâmü’l-Kur’ân (Beyrût: Dâru İbn Hazm li’t-Tibâati ve’n-Neşr ve’t-Tevzî’, 2006), 2/34.

[53] Bk. Semerkandî, Bahru’l-ulûm, 1/236; Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 4/165.

[54] Şerefüddin el-Huseyin b. Abdullah et-Tîbî, Fütûhu’l-gayb fî’l-keşfi an kınâ’r-rayb (b.y.: y.y., 2013), 4/207.

[55] Razî, Mefâtîhu’l-gayb, 8/314.

[56] Razî, Mefâtîhu’l-gayb, 8/314.

[57] “إن الأمراء يجب عليهم الأمر والنهي باليد والعلماء باللسان والعوام بالقلب”, Semerkandî, Bahru’l-ulûm, 1/236.

[58] Razî, Mefâtîhu’l-gayb, 8/314.

[59] Zeccac, Me’âni’l-Kur’ân ve i’râbühû, 1/452.

[60] Sa’lebî, el-Keşfü ve’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân, 3/122.

[61] Ebü’l-Hasan Ali b. Ahmed el-Vâhidî, el-Vecîz fî tefsîri kitâbi’l-azîz (Beyrût: Dâru’n-Neşr, 1415), 226; Ebü’l-Hasan Ali b. Ahmed el-Vâhidî, el-Vasît fî tefsîri kitâbi’l-azîz (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1994), 1/474.

[62] Ebü’l-Muzaffer Mansur b. Muhammed es-Sem’ânî, Tefsîrü’l-Kur’ân (Riyâd: Dâru’l-Vatan, 1997), 1/347.

[63] Ebû Muhammed el-Hasan b. Mes’ûd el-Beğavî, Me’âlimü’t-tenzîl fî tefsîri’-Kur’ân (Beyrût: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabiy, 1420), 1/48.

[64] İbn Ebî Zemenîn Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-azîz (Kahire: y.y., 2002), 1/308.

[65] Abdülkerîm Yunus el-Hatîb, Tefsîrü’l-Kur’ân li’l-Kur’ân (Beyrût: Dâru’l-Fikri’l-Arabiyyi, ts.), 2/542.

[66] Muhammed Mütevellî eş-Şa’râvî, et-Tefsîr (b.y.: Metâbi’u Ahbâri’l-Yevm, 1997), 3/1664.

[67] Muhammed Tâhir b. Âşûr, et-Tenvîr ve’t-tahrîr (Tunus: ed-Dâru bi’t-Tunusiyye, 1984), 4/37.

[68] Vehbe b. Mustafa ez-Zuhaylî, et-Tefsîru’l-münîr (Dımaşk: Dâru’l-Fikri’l-Mu’âsır,1418), 12/24.

[69] el-Hac 22/30.

[70] Ebü’l-Kâsım el-Huseyin b. Muhammed er-Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî garîbi’l-Kur’ân (b.y.: Külliyetü’l-Âdâb, 1999), 2/772-773; Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Hamza el-Kirmânî, Garâibü’t-tefsîr ve acâibü’t-te’vîl (Cidde: Dâru’l-Kıbleti li’s-Sekâfeti’l-İslâmiyye, ts.), 1/264.

[71] İbn Atiyye Ebû Muhammed Abdülhak b. Gâlib, Muharrarü’l-vecîz fî tefsîri îcâzi’l-beyân an me’âni’l-Kur’ân (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1422), 1/486.

[72] Beydâvî, Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, 2/31.

[73] Ebû Hayyan Muhammed b. Yûsuf, el-Bahru’l-muhît (Beyrût: Dâru’l-Fikr, 1420), 3/289.

[74] İbn Mülakkın Ebû Hafs Sirâcüddin Ömer b. Ali, el-Lübâb fî ulûmi’l-kitâb (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1998), 5/449.

[75] Ebû Zeyd Abdürrahman b. Muhammed es-Sa’âlibî, el-Cevâhiru’l-hisân fî tefsîri’l-Kur’ân (Beyrût: Dâru İhyâüt-Türâsi’l-Arabî, 1418), 2/88.

[76] Ebü’l-Abbas Muhammed b. Ahmed, el-Bahru’l-medîd fî tefsîri’l-mecîd (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2002), 1/389.

[77] (:::)î, Fütûhu’l-gayb, 4/207.

[78] Taberî, Câmi’ul-beyân an te’vili âyi’l-Kur’ân, 7/90; Zeccâc, Me’âni’l-Kur’ân ve i’râbühû, 1/452.

[79] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm, 2/91.

[80] İbn Atiyye, Muharrarü’l-vecîz fi tefsîri îcâzi’l-beyân an me’âni’l-Kur’ân, 1/486; Ebû Hayyan Muhammed b. Yûsuf, el-Bahru’l-muhît fî’t-tefsîr (Beyrût: Dâru’l-Fikr, 1420), 3/289.

[81] Semerkandî, Bahru’l-ulûm, 1/236.

[82] Beydâvî, Envâru’t-tenzîl, 2/32.

[83] Nesefî, Medâriku’t-tenzîl, 1/280-281.

[84] Vâhidî, el-Vasît, 1/474.

[85] Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât, 2/770; Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-Sünne, 2/451.

[86] Taberî, Câmi’ul-beyân, 7/90-91.

[87] Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât, 2/770; Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-Sünne, 2/451.

[88] Semerkandî, Bahru’l-ulûm, 1/236.

[89] Beydâvî, Envâru’t-tenzîl, 2/32; Nesefî, Medâriku’t-tenzîl, 1/280-281; Sa’lebî, el-Keşfü ve’l-beyân, 3/122.

[90] İbn Ebî Hâtim, Tefsîr, 3/727.

[91] Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed b. Ebî Şeybe, el-Musannef fi’l-ehâdîsi ve’l-âsâr (Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, 1409), 7/504, No. 37580.

[92] Âl-i İmrân 3/133.

[93] Sem’ânî, Tefsîr, 1/347.

[94] el-A’lâ 87/9.

[95] ez-Zâriyât 51/55.

[96] Lokmân 31/17.

[97] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/156, No. 763.

[98] Razî, Mefâtîhu’l-gayb, 8/314.

[99] el-Hac 22/41.

[100] et-Tevbe 9/112.

[101] Âl-i İmrân 3/114.

[102] Âl-i İmrân 3/113.

[103] et-Tevbe 9/67.

[104] Bk. en-Nisâ 4/58.

[105] Bk. en-Nahl 16/125.

[106] Bk. et-Tekvîr 27.

[107] Bk. el-Müddessir 74/31.

[108] ez-Zâriyat 51/55.

[109] el-A’râf 7/68.

[110] el-En’âm 6/151, 153.

[111] en-Necm 53/4-5.

[112] el-Kehf 18/17.

[113] er-Ra’d 13/ 7.

[114] el-Ahzâb 33/45.

[115] Âl-i İmrân 3/28, 30.

[116] en-Nisâ 4/165.

[117] Tâhâ 20/43-44.

[118] en-Nisâ 4/63.

[119] en-Nisâ 4/9.

[120] en-Nisâ 4/5,8.

[121] en-Nahl 16/125.

[122] el-Ahzâb 33/21.

[123] el-Bakara 2/143

[124] Bk. el-Gâşiye 88/21.

[125] Bk. el-Ahzâb 33/45–46.

[126] Bk. İbn Mâce, “Fiten”, 10 (No. 3961).

[127] el-A’râf 7/157.

[128] Bk. el-Enbiyâ 21/105.

[129] el-Mâide 5/79.

[130] Eyle kasabası, Medine ile Şam arasındaki sahil boyunda yer alan Yahudilerin yaşadığın bir yerleşim yeridir.

[131] el-A’râf 7/163-166.

[132] “قال ابن عباس: كانوا أثلاثًا: ثلث نَهوا وثلث قالوا: لم تعظون قوما الله مهلكهم وثلث أصحاب الخطيئة فما نجا إلا الذين نهوا وهلك سائرهم” Bu konuda Abdullah ibn Abbas şöyle demiştir: “Yahudiler üç grup oldular. Üçte biri cumartesi balık avlamayı men etti, üçte biri balık avlamayı men edenlere, “Allah’ın kendilerini helâk edeceği kimselere niçin öğüt veriyorsunuz” dedi, üçte biri de yasağı ihlal edip günahkâr olan kimseler idi. Allah ancak yasağın işlenmesini nehyedenleri azaptan kurtardı, diğerlerini helâk etti.”, Taberî, Câmi’u’l-beyân, 13/194.

[133] en-Nahl 16/44.

[134] el-Ahzâb 33/45.

[135] Ebû İsa Muhammed b. İsâ b. Sevrâ et-Tirmizî, es-Sünen (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981), “Fiten”, 9 (No. 2169).

[136] Ebû Dâvûd Süleyman b. el-Eş’âs, es-Sünen (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981), “Melâhim”, 27 (No.4 338).

[137] Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17 (No. 4338).

[138] Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17 (No. 4336).

[139] Ahmed b. el-Huseyin el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ (Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2003), 10/160 (No. 20200).

[140] Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 27 (No. 4338).

[141] Süleyman b. Ahmed et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr (Kahire: Mektebetü İbn Teymiyye, 1994), 21/54 (No. 38).

[142] Bk. el-Bakara 2/185; el-İsrâ 17/9.

[143] en-Nahl 16/125.

[144] Kāf 50/45.

[145] el-Ankebût 29/46

[146] el-Kasas 28/38; en-Nâziât 79/24.

[147] Tâhâ 20/43; en-Nâziât 79/17.

[148] Tâhâ 20/44.

[149] Âl-i İmrân 3/159.

[150] en-Nisâ 4/63.

[151] el-Bakara 2/83.

[152] Beydâvî, Envâru’t-tenzîl, 1/152.

[153] Bk. el-Bakara 2/213.

[154] Bk. el-İsrâ 17/9.

[155] el-Bakara 2/25.

[156] Bk. el-İsrâ 17/9.

[157] el-Bakara 2/143.

[158] el-Hac 22/78.

[159] el-Ahzâb 33/21.

[160] el-En’âm 6/108.

[161] “والأمر بالمعروف تابع للمأمور به، إن كان واجبا فواجب، وإن كان ندبا فندب. وأما النهى عن المنكر فواجب كله” Zemahşerî, el-Keşşâf, 1/397.

[162] Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyri en-Nîsabûrî, el-Câmi’us-sahîh (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981), “İman”, 78.

[163] Zemahşerî, el-Keşşâf, 1/397.

[164] Müslim, “Sayd”, 57 (2/1548).

[165] Bk. el-Furkân 25/1; el-Ahkâf 46/12.

[166] Bk. el-Bakara 2/213.

[167] Bk. el-Furkân 25/1.

[168] Fısk kavramı ile ilgili bk. İsmail Karagöz, Kur’ân’ın Temel Kavramları (Ankara: DİB Yayınları, 2022), 2/315.

[169] el-Bakara 2/44.

[170] el-Fussilet 41/33.

[171] eş-Şûrâ 42/15.

[172] “الْعُلَمَاءُ قَالُوا: الْفَاسِقُ لَهُ أَنْ يَأْمُرَ بِالْمَعْرُوفِ لِأَنَّهُ وَجَبَ عَلَيْهِ تَرْكُ ذَلِكَ الْمُنْكَرِ وَوَجَبَ عَلَيْهِ النَّهْيُ عَنْ ذَلِكَ الْمُنْكَرِ، فَبِأَنَّ تَرْكَ أَحَدِ الْوَاجِبَيْنِ لَا يُلْزِمُهُ تَرْكَ الْوَاجِبِ الْآخَرِ”, Razî, Mefâtîhu’l-gayb, 8/315.

[173] Bk. Nûh 71/5-6, 8-9.

[174] Müslim, “Îmân”, 164.

[175] Müslim, “Salât”, 46.

[176] İbrâhîm 14/52.

[177] Buhârî, “Fezâilü’s-sahâbe”, 9 (No. 3701).

[178] el-İnşirâh 94/8.

[179] el-Bakara 2/130.

[180] Cübran Mes’ûd, er-Râid mu’cemün lügaviyyün asriyyün (Beyrût: Dâru’l-İlmi li’l-Melâyîn, 1978), 2/1436.

[181] Halil Altuntaş – Muzaffer Şahin, Kur’ân-ı Kerim Meâli (Ankara: DİB Yayınları, 2005).

[182] İsmail Karagöz, Allah Kelamı Kur’ân Anlamı ve Tefsiri Açıklamalı ve Kırık Meâli (Ankara: Kar Yayınları, 2020), 1/578.

[183] Muhammed 47/19.

[184] Bk. Buhârî, “İlim”, 10 (Bu bilgi başlıkta verilmektedir, hadis değildir).

[185] el-Ankebût 29/43.

[186] el-Fâtır 35/28.

[187] ez-Zümer 39/9; Âl-i İmrân 3/18.

[188] Tâhâ 20/114.

[189] Buhârî, “İlim”, 13 (No. 71).

[190] Bk. Buhârî, “İlim”, 10 (No. 72, 73).

[191] ez-Zâriyât 51/55.


Kaynak

DiYANET AYLIK DERGiSi

PROF. DR. İSMAİL KARAGÖZ

DÜZCE ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ